Biyografi deyince ilk akla gelen ad olan Beşir Ayvazoğlu bu kez bir meydanın, Beyazıt Meydanı’nın biyografisini yazmış. Beşir Ayvazoğlu Divanyolu kitaBiyografi deyince ilk akla gelen ad olan Beşir Ayvazoğlu bu kez bir meydanın, Beyazıt Meydanı’nın biyografisini yazmış. Beşir Ayvazoğlu Divanyolu kitabını yayınlattığında o yoldan yürüyüp Beyazıt Meydanı’na gelmesini bekliyordum. Nitekim daha önce iki farklı monografi ile Beyazıt Meydanı’na ilgisini belli etmişti. “Beyazıt Meydanı’nın Kültürel Tarihi� alt başlığını taşıyan “Dersaadet’in Kalbi”nde (Kapı yay.) arka kapakta belirtildiği gibi “imarcıların son yüz yıl içinde şekilden şekle soktukları bu güzel meydanın renkli tarihinde cevelan ediyor.�
Beşir Ayvazoğlu meydanı deneme tadında bir üslupla anlatmaya Bayezid Hamamı’ndan başlıyor. Çünkü bu hamam meydanda kalabilmiş en eski yapılardan. Bizim millet olarak tarihi değeri olan her şeyi yıkma tutkumuzun en önemli hedeflerinden olmuş. Meydanla ilgili yapılacak her değişiklikte ilk yıkılacaklar listesinin en üst sıralarında yer almış. Tarih sevgisiyle ünlü (!) yazarlarımızın bile ilk hedefi olmuş. Polemikler yaratmış ve ilginç bir şekilde ayakta kalabilmiş. İlginç şekilde diyorum çünkü Beyazıt Meydanı’nı ile o kadar çok oynanmış, yol açma, meydanı genişletme ya da düzeltme bahaneleri ile o kadar çok bina yıkılmış ya da kesilip biçilmiş ki meydana baktığınızda göze ilk çarpan binalardan olan bu hamamın yıkılmadan kalabilmesi bir mucize.
Beyazıt Meydanı’nın da yeniden düzenlenmesi Osmanlı’dan beri sürekli gündeme gelmiş. Sedad Hakkı Eldem gibi önemli yerli ve yabancı önemli mimarlarla çalışılmış. İstanbul’a hiç gelmeden, meydanı görmeden proje çizenler bile olmuş. Ama en çok tartışılan Turgut Cansever’in tam olarak hayata geçirilmeyen projesi olmuş. Beşir Ayvazoğlu’nun anlattıklarından her değişimin Beyazıt’� daha da kötü ve insansız bir meydan hale getirdiğini anlıyorum. Meydan uzun yıllar hatta yüzyıllarca halkın sosyalleşme alanı olarak kullanılırken son 30 yılda önce otopark ve nihayet insansız bir boşluk halini aldı.
Son değişiklik hamlesi 2017’de Kadir Topbaş döneminde başlayıp Ekrem İmamoğlu döneminde yenilenerek sürdürülen ve meydanı uzun süre mezbelelik bir inşaat alanına çeviren, nihayet 2021’de tamamlanan Ali Kural ve Deniz Çalış Kural’ın projesi oldu. Amaç “Beyazıt Meydanı, herkes için erişilebilir, tüm ihtiyaçları karşılayan, tarihi dokuyu koruyan ve yaşatan bir meydana dönüştürmek”miş. Ama sonuç pek iç açıcı değil. Tarih boyunca çok canlı, hareketli bir yaşama alanı olan, ağaçlarla dolu, yemyeşil Beyazıt Meydanı günümüzde göz alabildiğine taş döşenmiş insansız bir alan halinde.
“Tarihi Çınaraltı ve Küllük kahve yapıları kente yeniden kazandırıldı� deniyor. Ben meydana bakınca büfe kafeterya karışımı, pek de kullanışlı görünmeyen iki yapı görüyorum. Oturma düzeni de uzun süre vakit geçirmeye uygun değil. Bir şarkının “O eski halinden eser yok şimdi� dizesini hatırlamamak elde değil.
Beşir Ayvazoğlu, Beyazıt Meydanı’nın Bizans’tan bu yana bir cazibe merkezi olduğunu, geçirdiği tüm değişimlere, uğradığı müdahalelere rağmen 1990’ların sonuna kadar canlılığını koruduğunu anlatıyor. İstanbul Üniversitesi’nden, akademisyenler ve öğrencilerle dolu Küllük ve Marmara Kıraathaneleri’nden, Beyazıt Devlet ve Belediye kütüphanelerinden, Sahaflar Çarşısı’ndan, Beyaz Saray Pasajı kitapçılarından oluşan bir kültür ve edebiyat ortamını anımsatıyor.
Benim gibi kitap ve edebiyat meraklıları için Beyazıt’ın altın çağı 1930’lar � 40’lar olsa gerek. Yahya Kemal Beyatlı, Peyami Safa, Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sait Faik Abasıyanık, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi isimlerin hemen her gün geldiği, kitapla, kültürle, sanatla, edebiyatla ilgili herkesin mutlaka uğradığı bir merkez olmuş.
Üniversitenin eski üniversite, sahaflar çarşısının eski sahaflar olmadığı bir çağda tabii ki o eski güzel günlerin yeniden yaşanması mümkün değil. Ama meydanı yeniden düzenleyelim dendiğinde ilk akla gelen tamamına taş döşemek ama oturacak bir bank bile koymamak olmamalı. Ağaçları, havuzları, çayırı, çimeni, oturma grupları ile insanla ilişki kuran, çağıran meydanlar düşünülmeli.
Devleti yönetenler halkın toplanıp bir araya gelmesini istemedikleri için onlarca yıldır insansız meydanlar yaratıyor. O nedenle de meydanları sevemiyoruz. Bugünün halkı için meydanlar hızlıca geçilen ve ilk fırsatta otopark olarak kullanılan boşluklar halinde. Zaten bu düşünceyle taşa boğuluyor meydanlarımız. Beyazıt’a hayıflanırken tek bir oturacak bankı olmayan ama tam ortasının otopark olarak kullanıldığı Taksim Meydanı’nın halini de anımsamamak elde değil. ...more
Jack London’� yollara düşüren 1893 krizi olmuş. Japonya kıyılarında fok avcılığı yapan gemide çalıştıktan sonra ülkeye dönmüş ve bir jüt fabrikasında Jack London’� yollara düşüren 1893 krizi olmuş. Japonya kıyılarında fok avcılığı yapan gemide çalıştıktan sonra ülkeye dönmüş ve bir jüt fabrikasında ve bir elektrik santralinde yorucu işlerde çalıştıktan sonra yollara düşmeye, dünyayı keşfetmeye karar vermiş. Hobo olduğunda Jack London henüz on sekiz yaşındaymış. Yük trenlerine kaçak olarak binip ya da yürüyerek binlerce kilometre kat ederek Kuzey Amerika’yı dolaşmış. Jack London bu maceralarını 1907'de yayınlanan Yol’da anlatmış. “Demiryolu Serserileri�, “Açlar Ordusu� gibi adlarla çeşitli kereler ve Türkçeye çevrilen Yol’u bu kez özgün adıyla, usta çevirmen Levent Cinemre’nin Tükçesiyle okuyoruz (İş Bankası Kültür yay.). Cosmopolitan dergisinde tefrika edildikten sonra kitaplaşan Yol bir anı kitabı. Jack London’un ilk gençlik çağlarında yaşadıklarını öğreniyoruz. Tatlı dilli, keyifli, kolay okunan bir anlatımla Amerika Birleşik Devletleri'nin o zamana kadar yaşadığı en kötü ekonomik buhran sırasında, bir hobo olarak yaşadıklarını anlatırken hoboluğun inceliklerini, bir hobonun başına gelebilecek tatlı ve acı şeyleri de anlatıyor. Tren çalışanlarını, özellikle hoboları yakalamayı iş haline getirmiş frencileri ve polisleri atlatarak yük trenlerine binmek, trende yakalanmamak nasıl mümkün olur anılarla bezeyerek kaleme almış Jack London. Yiyecek, giysi ve para nerelerde, hangi saatler dilenilir? Hangi kentlerin sakinleri hayırsever, hangi kentlerinkiler hobo düşmanıdır. Tutukladıkları hobo sayısına göre maaş alan polislerden nasıl kaçılır, ellerine düşüldüğünde nasıl hikayeler uydurularak onları hobo olmadığınıza inandırırsınız gibi bir çok pratik bilgi de var kitapta. Bir hobonun hayatında, tutuklanıp 15 saniye süren ve kendini savunmak için tek bir sözcük bile ettirmeden 30 günden başlayan hapis cezaları yediği yargılamalar da kaçınılmaz bir kadermiş. Jack London da serserilik nedeniyle 30 gün hapis cezası yiyor ve hapishane günlerini ayrıntılı olarak anlatıyor. Onunki biraz şanslı bir hapislikmiş ama yargısız ceza yiyen hoboların bazılarının taş ocaklarında, çiftliklerde karın tokluğuna zorla çalıştırıldıkları da biliniyormuş. İronik bir durum ama Jack London’ın babası da bir dönem yakladığı hobo sayısına göre maaş alan bir polismiş. Kelley'nin Ordusu’na katılması da önemli bir macera. İşsizliği protesto etmek ve hükümeti yeni iş alanları açmaya zorlamak amacıyla 1894’te 100 kişi Ohio’dan başkent Washington’a doğru yürüyüşe başlıyor. Hoboların da katılmasıyla yürüyüşçülerin sayısı kısa sürede bini geçiyor. Ülkeyi bir baştan diğerine yürüyen grubun bir bölümünün başında "General" Charles T. Kelley varmış. Bu grubun Kelley'nin Ordusu adını almasının nedeni de bu. Jack London grubun nehir oyunca kendi yaptıkları ilkel sallarla seyahatini, nehir kıyısındaki kasaba ve kentlerde yaşayanlarla ilişkileri anlatıyor. Hoboluk aynı zamanda çok tehlikeli bir yaşam biçimi, tren çalışanlarının ya da polisin eline düşmenin yanında kendi aralarındaki gruplaşmalar ve kavgalar da kanlı geçiyormuş. Bir trene atlamaya çalışırken tekerleklerin altında kalmak, hızla giden trenden düşmek, vagonlar arasında sıkışmak ve soğuk havalarda donarak ölmek gibi tehlikeler de var. ...more
Doğma büyüme Ankaralı Eren Aysan ve Zeynep Altıok Akatlı, çocukluklarından beri tanığı oldukları Ankara’yı lokantaları, barları ve mekanlarından yola Doğma büyüme Ankaralı Eren Aysan ve Zeynep Altıok Akatlı, çocukluklarından beri tanığı oldukları Ankara’yı lokantaları, barları ve mekanlarından yola çıkarak anlatıyorlar, anlattırıyorlar. Ankara’nın edebiyat mahfilleri, yazarların sanatçıların buluştuğu kahvehaneleri, pastaneleri, lokantaları, barları daha önce de araştırmalara konu olmuştu. Başkentin simgesi haline gelmiş Ankara Palas, Karpiç, Üç Nal Lokantası, Fresko Bar, Kürdün Meyhanesi, Gar Lokantası, Kalem Meyhanesi, Şükran Lokantası gibi mekanların öykülerini, müdavimlerinin anılarını biliyorduk ama bu araştırmalar genellikle 70’li yıllara kadar geliyordu. Zeynep Altıok Akatlı ve Eren Aysan “Bir Dem Ankara”da bu mekanları tanıtarak anlatarak, anlattırarak başlıyorlar ama bence esas ağırlık noktası 70’ler ve sonrası. 70’ler deyince de herkesin ilk aklına gelen Piknik olmuş. Daha sonra Tavukçu, Mülkiyeliler Birliği, Körfez Lokantası, Kardelen Ankaralı edebiyatçıların buluşma noktaları olarak belirginleşiyor. Ama çok özgün yerler de var. Net Piknik, Keremeyle, Siyah Beyaz, Kumsal gibi bazılarını biliyordum ama Cappodocia, Su’dem, Valör gibi adını duyup gitmediklerimin öykülerini öğrenmiş oldum. Tabii ki Ankara Ulus ve Kızılay’dan ibaret değildi. Küçükesat’ta, Aşağı Ayrancı’da da hoş mekanlar varmış. Onları da öğrendim. Ankara’nın bir özelliği de meslek birliklerinin lokalleridir. Mülkiyeliler’in yanında Ormancılar, Jeoloji Mühendisleri, Kimya Mühendisleri, Çağdaş Gazeteciler gibi sivil toplum örgütlerinin lokalleri de edebiyatçıları ağırlardı. Ben de Ankara Garı’nın bir köşesine gizlenmiş Demiryolcular lokaline gittiğimizi anımsarım. Zeynep Altıok Akatlı ve Eren Aysan “Bir Dem Ankara”da güzel bir yapı kurmuşlar. Önce mekanları tanıttıktan sonra oranın müdavimlerine ve mümkünse sahiplerine ya da işletmecilerine anlattırmışlar. Bu yazıları tamamlamak üzere de çerçeve yazılar diyebileceğim, Ankara’nın yaşadığı kültürel değişimi, kaybedilen insanları, mekân ve değerleri ve yaşam biçiminin muhafazakarlaştırılmasını yorumlayan makalelere yer vermişler. Kitabı okuyup bitirdiğinizde cumhuriyetin kuruluşundan 2000’lere dek Ankara’nın yaşadığı değişimi mekanları izleyerek, tanıkları dinleyerek okuyor, öğreniyorsunuz. Çünkü “Bir Dem Ankara”da anlatılan sadece mekanların öyküsü değil aynı zamanda o mekanlarda şair ve yazarların yaşadıkları, anıları da. Oralardan edebiyat eserleri, yayıncılık projeleri, dergiler çıkmış. Onların da öykülerini öğreniyorsunuz....more
Hulki Aktunç kendisini “Kadıköy’oğlu� olarak adlandırır. Doğma büyüme Kadıköylü’dür. Bir Kadıköy sevdalısıdır, İstanbul aşığıdır. Bütün eserlerinin anHulki Aktunç kendisini “Kadıköy’oğlu� olarak adlandırır. Doğma büyüme Kadıköylü’dür. Bir Kadıköy sevdalısıdır, İstanbul aşığıdır. Bütün eserlerinin ana ekseninde İstanbul ve onun tarihi, doğası, dili, argosu ve insanları vardır. Hulki Aktunç İstanbul’u yazarken arkeolojik kazılar yapar, okuru geçmişe götürürken bir anda gelecekte bulduruverir. “İstanbul’u Bul Bana� Hulki Aktunç’un “Kostantıniyye Haberleri� gazetesine yazdığı yazılardan oluşuyor. İstanbul’un kent tarihi, sosyal-kültürel yaşamı, tarihi yapıları ve semtleri gibi konuları ele alan aylık bir gazete “Kostantıniyye Haberleri�. 1989-1993 yılları arasında yayınlanmış. Hilmi Yavuz, Orhan Duru, Nedim Gürsel gibi önemli şair ve yazarların yazılarına yer vermesiyle de edebi açıdan da önemli bir yayın. Gazetenin tüm sayılarına dijital ortamda ulaşmak mümkün. Kostantıniyye Gazetesi (iae.org.tr) Cüneyt Ayral’ın yayınladığı “Konstantıniyye Haberleri”nde İstanbul-Bizans kültürleri, Osmanlı dönemi İstanbul’u, azınlıklar, şehir tarihi, mimari, Türk-İslâm sanatı gibi konular ele alınırken şehrin güncel konularına da değinilmiş, önemli eleştiriler getirilmiş. Gazetenin adı “Bizans’� anımsatıyor�, diye devlet yönetimince beğenilmemiş. “Kostantıniyye”nin anlamını bilmedikleri için gazeteyi yasaklamışlar ve “Kostantıniyye Haberleri� 21. sayısının ardından “Bizim Şehir� ismiyle devam etmiş. Esas amacı İstanbulluluk bilinci oluşturmak olan değerli bir yayın. Hulki Aktunç da gazetenin sürekli yazarlarından. Gazetenin ilk sayısından itibaren “İstanbul’u Bul Bana� başlığı altında yazmış. Bu yazılar da ilk yayınlanışlarından 35 yıl sonra kitap olarak okurlarla buluşuyor. Bu faydalı ve Hulki Aktunç külliyatına katkıda bulunan çalışmayı Bengü Vahapoğlu yapmış. Vahapoğlu’nu Hulki Aktunç hakkında yaptığı akademik çalışmalarla da tanıyoruz. Hulki Aktunç, çok kültürlü, çok dilli, çok renkli bir şehrin en tipik mahallelerinden biri olan Kadıköy’de büyümüş ve şehrin nasıl tek renkli, tek kültürlü, tek dilli hale getirildiğini yaşamış. Şehrin görünümünün nasıl değiştirildiğinin, ahşap evlerin, konakların yerini tek tip apartmanların alışına şahit olmuş. Betonlaşma ile insanların da tek tipleştirildiğini, şehrin kendine has kültürünün nasıl yok edilip “kent� haline getirildiğini yaşamış. Aktunç’un “Kitch-Kent� yazısı bugünkü halimize nasıl geldiğimizi, bir şehir kent olunca nasıl kitch’leşir kavramamzı sağlayan, taruışılmaya değer önemli bir deneme. Vahapoğlu önsözde Aktunç için “İstanbul’un habitatını yazarak korumaya çalıştı� diyor. Tüm eserlerinde gördüğümüz bu yaklaşımı “İstanbul’u Bul Bana”da da yoğun olarak görüyoruz. Hulki Aktunç bu yazılarda şehrin sorunlarını tartışıp, tarihini anlatırken aslında bizi kendi yazı evrenine de sokuyor. Hayatında iz bırakmış İstanbul’u, bireysel ve kamusal kültürünü oluşturan yerleri ve mekanları, en önemlisi İstanbullular’� anlatırken bir yandan da 1990 İstanbul’una bakıyor ve siyasi görüş, parti ayrımı yapmadan, sözünü hiç esirgemeden ağır eleştiriler yapıyor. İstanbul’un su sorunu da, belediye başkanlarının sürekli bir yerleri kazma merakı da yazılarının konusu olmuş. Özellikle şahsen tanıdığı, hayatında iz bırakan kişilerin portreleri çok etkileyici. Hulki Aktunç’un yazarlığının temellerini atmasını sağlayan ve ölümünden sonra Ahmet Rasim’in kızı olduğunu öğrendiği ilkokul öğretmeni Rasime Hoca, Osmanlıca’yı çözmesini sağlayan Keyise Hanım, “eskiler alan konak eskisi� Gülfidan Kalfa İstanbul şehirden kente dönüştürülürken hangi değerleri kaybettiğini de simgeliyor. Yusuf Atılgan, İstepan Gurdikyan, Cemal Süreya, Heinz Ostmann, Ahmet Rasim, Artist Yaşar Yadigar Ejder gibi tanıdık tanımadık yazarlar, sanatçıların ve bir zamanlar hemen her mahallede sık sık rastlanan delilerin portrelerini de yazmış Hulki Aktunç. “İstanbul’u Bul Bana� Hulki Aktunç gibi büyük bir edebiyat ustasının kaleminden İstanbul’u geçmişi ve bugünüyle yaşamak, edebi lezzet almak, kültürsüzleşme hakkında düşünmek isteyenler için su gibi okunan bir kitap....more
“Gazetelerde her gün Rusya hakkında binlerce sözcük yazılıp çiziliyordu. O anda orada bulunmayan ve öyle aman aman kaynaklara da sahip olmayan biriler“Gazetelerde her gün Rusya hakkında binlerce sözcük yazılıp çiziliyordu. O anda orada bulunmayan ve öyle aman aman kaynaklara da sahip olmayan birileri Stalin’in ne düşündüğü, Rus genelkurmayının planları, askerî hareketlilikler, nükleer silahlar ve güdümlü füze denemeleri hakkında bir sürü yazı yazıp duruyordu. O zaman düşündük ki, Rusya hakkında hiç kimsenin yazmadığı bir şeyler de vardı ve bizi en çok ilgilendiren şeyler aslında bunlardı. İnsanlar orada nasıl giyinir? Akşam yemeğinde ne yerler? Parti verip eğlenirler mi? Yiyecekleri nelerdir? Nasıl sevişirler ve nasıl ölürler? Nelerden konuşurlar? Dans ederler mi? Şarkı söylerler mi? Oyun oynarlar mı? Çocukları okula gider mi? Bu sorulara dair araştırma yapmak, fotoğraf çekmek ve yazı yazmak iyi bir fikir olabilir diye düşündük� diye yazıyor Steinbeck. Robert Capa zaten İspanya İç Savaşı’ndan beri Sovyetler Birliği’ne (SSCB) gidip ne olup bittiğini görmek, fotoğraflamak istemektedir. İkinci Dünya Savaşı henüz bitmiş, savaşta Naziler’e karşı aynı cephede yer alan iki ülke ABD ve SSCB birbirine düşman olmuş, aralarında soğuk savaş başlamıştır. ABD’de halk basının da etkisi ile her an Ruslar’ın saldırmasını bekleyen bir ruh hali içindedir. Steinbeck bu yanıltıcı haberlerin masa başında yazıldığını düşünmekte ve savaş sonrası SSCB’ye gidip gerçekte neler olduğunu görmek istemektedir. Steinbeck ve Capa birlikte gidip, halkın arasına karışıp SSCB’de neler olduğunu yazmaya, görüntülerle belgelemeye karar verir. SSCB savaş sonrası yaralarını mı sarmaya çalışmaktadır yoksa yeni bir büyük savaşa mı hazırlanmaktadır? SSCB kapalı bir kutu gibidir, oraya gitmek de orada gezip gördüklerini yazmak, görüntülemek de pek kolay değildir. Capa daha önceki seyahat başvurularına hep olumsuz cevap almış, Rusya’ya gelmesine izin verilmemiştir. Bu kez yanında dünyaca meşhur bir yazar vardır. Gerçekçi bir yazardır Steinbeck ve Ruslar onu proletaryanın bir dostu olarak kabul edip gelmesine izin verebilir. Gerçekten de Steinbeck’in vize başvurusu çok bekletilmeden kabul edilir ama Ruslar “fotoğrafçı götürmenize ne gerek var? Sovyetler Birliği’nde bir sürü fotoğrafçı var� düşüncesindedir. Steinbeck’in buna cevabı “Fakat bir Capa’nız yok� olur. Ruslar haklıdır, görüntü yazıdan daha güçlüdür, belge etkisi yapar. Üstelik iki ülkenin aralarında yaratılan düşmanlık nedeniyle uzun yıllardır Sovyetler Birliği’nde bir Amerikalı tarafından fotoğraf çekilmemiştir. Nihayet ikisi de vizelerini alıp Rusya’ya doğru yola çıkarlar. Yola çıkarken tartıştıkları bir konu da SSCB’de gördüklerini, yaşadıklarını yazıya ve görüntüye nasıl dökecekleridir. “Seyahatimizi nasıl kayda geçireceğimizi düşündük, uzun tartışmaların ardından, her şeyi yaşandığı gibi, gün gün, tecrübe tecrübe, mekân mekân yazmaya ve olayları kategorize etmemeye karar verdik. Ne gördüysek ne duyduysak onu yazacağız. Bunun modern gazetecilik işlerinin büyük kısmına ters düştüğünün farkındayım, ama belki tam da bu yüzden iyi bir şey. Bunlar bizim başımıza gelenler. Bu yazdığımız Rusya’nın hikâyesi değil, bir Rusya hikâyesi� diye anlatıyor Steinbeck. Sovyetler Birliği’nde kaldıkları birkaç haftada Moskova’yı, Stalingrad’�, Kiev’i, Tiflis ve Batum’u dolaşmışlar yani gördükleri sadece Rusya değil Ukrayna ve Gürcistan da ziyaret edilmiş. O zamanlar SSCB’yi oluşturan ülkelerden üçü. Ne kadar aynı devletler birliğinde olsalar da farklı milletler. Farklı yaşam biçimleri, adetleri, tavırları var. Steinbeck ve Capa da bu farkları çok iyi gözlemlemiş, yazıya ve görüntüye aktarmış. 1947 yılı, Sovyetler Birliği hem savaşın yarattığı büyük yıkımı aşıp yeniden inşa edilmeye çalışılıyor hem de Dünyanın iki büyük gücünden biri olarak ABD ile her alanda rekabet etmek, onu geçmek için çalışıyor. Halk devlete güveniyor. Yoklukları dayanışma ile aşacaklarına inanıyorlar. Steinbeck ne kadar tarafsız bir gözlemci olarak davranmak istese de ABD ve SSCB’deki bürokrasileri, halkın yaşamını, tavırlarını karşılaştırmadan edemiyor. Steinbeck ve Capa sürekli rehber eşliğinde, sık sık bürokrasi ve devlet tarafından engellenerek sadece kendilerine gösterilenleri görüyor, Rusların görüşmelerine izin verdiği insanlarla görüşebiliyor. Yaptıkları devlet kontrolünde birkaç haftalık turistik bir gezi. Yine de büyük bir yazar ve usta bir fotoğrafçının gözleri gerçekleri ayırt edebiliyor ve doğru yorumlara varıyorlar. Sonuç olarak da “Tabii ki yüzeysel bir metin bu, başka nasıl olabilirdi ki? Varabileceğimiz kesin bir kanaat yok, sadece Rusların da dünyadaki diğer bütün insanlara benzediğini söyleyebiliriz. Tabii ki aralarında kötüleri de vardır ama büyük çoğunluğu çok iyi insanlar� diye yazıyor Steinbeck. Deniz Keskin’in Türkçeye kazandırdığı Rusya Günlüğü John Steinbeck’in klasikleşmiş eserlerinden farklı bir çalışma. Önyargısız bir anlayışla, rahat ve objektif bir bakışla SSCB gezisi sırasında gördüklerini, yaşadıklarını, düşüncelerini keyifli bir dille yazıya dökmüş. Robert Capa’nın muhteşem fotoğraflarıyla kitap daha da zenginleşmiş. SSCB nasıl bir ülkeydi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında orada nasıl bir yaşam vardı anlamak için de faydalı bir kitap. ...more