Bu kitaba puan vermeyi çok uygun görmüyorum çünkü biraz talihsiz bir tanışma yaşadık Allende ile. Ben bu kitabın üçte birini tükçe baskısından, kalanıBu kitaba puan vermeyi çok uygun görmüyorum çünkü biraz talihsiz bir tanışma yaşadık Allende ile. Ben bu kitabın üçte birini tükçe baskısından, kalanını ise ingilizce çevirisinden okudum. Normalde bu durum çok tercih ettiğim bir şey değil ancak bazen kaçınılmaz oluyor. Zaten bu durum doğal olarak kitapla bağ kurmamı zorlaştırdı ve aldığım keyfi de düşürdü. Ancak Isabel Allende’nin bu kitapta yaptığı şey o kadar kıymetli ki hakkında bir iki şey söylemeden geçemedim.
Çünkü kitap çok güçlü bir toplumsal ve politik eleştirinin üzerine kurulmuş etkileyici bir aşk hikayesi. Bu kavramlar hele ki bahsi geçen dönem Pinochet’nin Şili’si iken asla bir araya gelemez gibi geliyor. Lakin aşk belki de tam da en zorlu zamanlarında insan gerçekten büyüyüp, kendini bulduğunda gerçek anlamıyla tamamlanıyordur, bilemiyorum. Kitaba geri dönecek olursak, insanların adeta cehennemi yaşadıkları bir ülkede ailesinin imkanları ve çabası sayesinde kendi korunaklı dünyasında yaşamış, hiç incinmemiş, bu yüzden de gözündeki gülümsemesi hiç sönmemiş bir kadının; Franco İspanya’sından Şili’ye sürgün olan bir ailenin en küçük oğluyla karşılaşmasının ardından rejimin gerçek dünyasına uyanmasını temel alıyor. Şili tarihine dair bir fikriniz olmasa dahi kitapta ilerledikçe Irene ile birlikte siz de diktatörlüğün karanlığıyla yüz yüze geliyorsunuz. Allende bütün o yozlaşmış sistemi, keyfi yönetimi ve aslında var olmayan hukuk sistemini okuruna bütün gerçekliğiyle anlatıyor. Zaten okuduğunuz bazı şeyler -en rahatsız edici olanlar- tamamen gerçek olaylara dayanıyor ki bunu bilmek bazı noktaları nefesiniz kesilmeden okumanızı imkansız hale getiriyor. Şili’nin yakın karanlık tarihiyle birlikte, kolektif gibi görünen acılardan etkilenmenin sınıflar arasında ne kadar değiştiğini görmek, Güney Amerika aile kültürüne dair fikir edinmek, yoksulluğun ve adaletsizliğin yükseldiği toplumların doğaüstü inançlarla ilişkisini biraz anlamlandırmak ve bütün bu acıların arasında bir de aşka tanık olmak isterseniz tavsiyedir. Son olarak bu kitabın bir de 1994 yapımı Antonio Banderas’ın oynadığı bir filmi var, onu izlemeseniz de olur....more
Sizi nedensiz bir şekilde huzursuz edecek, karamsarlığı üzerinize kara bulut gibi çöreklenecek ama bundan da zevk almanıza sebep olacak öykülerin peşiSizi nedensiz bir şekilde huzursuz edecek, karamsarlığı üzerinize kara bulut gibi çöreklenecek ama bundan da zevk almanıza sebep olacak öykülerin peşindeyseniz doğru kitap İyi İnsan Bulmak Zor.
Kitap toplamda on öyküden oluşuyor ki henüz okumadan önce öykü isimlerine baksanız 1950lerin dramı bol aşk öykülerini okuyacağınızı dahi düşünebilirsiniz. Bu da Flannery O’Connor’ın kitap boyunca size nasıl bir ironi sunacağının göstergesi sanırım. Zira on öykü boyunca Amerika’da güneyi ele geçiren ırkçılık, yoksulluk, taşra “irfanı�, kırsal yaşam manzaraları, ilişkiler ve dinin ön plana çıktığı insanların kötülüğü ve saflığı üzerine kurgulanmış hayatları okuyorsunuz. İçine doğduğu toplumu çok iyi tanıyan ve gözlemleyen bir yazarın pembe bir güney imajı çizmesi elbette pek mümkün değildi elbette. Ancak yine de bu bölgedeki “redneck”yoğunluğuna ya da geleneklere bağlılığa rağmen yine de bunun çok üzerine çıkan karanlığın en temel sebebi belki de yazarın bu öyküleri; her gün ölmeyi beklediği ve 13 yıl boyunca savaştığı hastalığı sürecinde - sağlıklı olmak ve hastalık temalarına bu kadar değinerek- yazmış olması.
Flannery O’Connor; “Güney Gotiği� ile tanışmak için muazzam bir yazar. Çünkü kendisinin de bir parçası olduğu güneyin ırkçılığını, gelenekselliğini yoksulluğunu, katı toplum yapısını ve kırsalını tam olarak bölge insanının günledik kullandığı dile uygun bir basitlikle ile okura aktarıyor. Bu arada kendisi de oldukça inançlı bir katolik olduğu için dini öğeleri ya da kişisel inançlarını ara ara öykülerin içindeki ayrıntılarda yakalayabiliyorsunuz. Hatta bir açıdan insanın doğduğu andan itibaren kötülüğe yatkın olduğu düşüncesiyle çocuk karakterlerinde dahi amaçsız kötülüğü tasvir etmesinin sebeplerinden birisi bu olabilir bile. Özetle kötülüğün genelde kazanan olduğu, sizi okurken dahi huzursuz edecek, sarsacak lakin yine de büyüsüne kapılmaktan kaçamayacağınız öyküler okumak istiyorsanız, tavsiyedir. ...more
Terra Nostra ile muhtemelen son günümdeyim ama geçmişe dönük okuduklarım arasında bu kitaptan da bahsetmeden bu tuğla dönemini kapatmayayım dedim.
Üç STerra Nostra ile muhtemelen son günümdeyim ama geçmişe dönük okuduklarım arasında bu kitaptan da bahsetmeden bu tuğla dönemini kapatmayayım dedim.
Üç Silahşörler’in şimdiye kadar filmlerini, çizgi filmlerini izledim, çocuk versiyonlarını okudum hatta çok eski ve garip bir versiyonu olan oynunu da oynadım. Ancak tam metin haliyle okumak ancak bu yaşımda aklıma geldi, daha doğrusu aklıma sokuldu.
Ge.en yılın son aylarında Javier Marias’ın Karasevdalılar kitabını okuduğumdan beri aklımın bir köşesinde Üç Silahşörler’e geçmek vardı ancak ben ve muazzam önyargılarımdan dolayı devamlı başka bir zamana öteliyordum. Lakin kitaba başladığım andan itibaren önyargılarım paramparça oldu. Zira her ne kadar hikayeyi biliyor, hatta Marias da uzun uzun değinerek önünüze açıyor olmasına karşın Dumas’nın yazım tarzı o kadar etkileyici ki heyecanınızı hiç kaybetmeden okuyorsunuz. Kullandığı dil, mizahla harmanlanmış kahramanlık öyküsü ve merak ötesini her daim canlı tutabilen macera yoğunluğu ile bazı noktalarda bir klasikten ziyade sanki çağdaş bir yazarın yazdığı dönem romanı gibi hissetmenize sebep olacak kadar zamansız bir kitap. Bu arada bu � çağdaş bir yazarın elinden çıkmış gibi� düşüncesini yanlış anlamayın, kitap 19. yüzyıl edebiyatının gerek dil gerekse atmosfer olarak bütün görkemini taşıyor. Ancak tam bir klasik gibi yavaş ve sakin başlamışken kitabın temposu ve heyecanı o kadar artıyor ki bir noktadan sonra kitabın ne zaman yazıldığını unutup gidiyorsunuz.
Zaten konuya az çok herkes hakim olduğu için hiç değinmeyeceğim ancak benim gibi Karasevdalılar ile birleştirmeyi düşünüyorsanız, heyecanın hiç eksilmemesi için bu kitabı önce okuyun. Ama mutlaka okuyun....more
Çok uzun zamandır beni bu kadar yoran, elime aldığımda asla bırakamadığım ama bıraktığım anda da elimin bu kadar zor gittiği; o hüznün ve karanlığın iÇok uzun zamandır beni bu kadar yoran, elime aldığımda asla bırakamadığım ama bıraktığım anda da elimin bu kadar zor gittiği; o hüznün ve karanlığın içine tekrar düşmek istemediğim bir kitap olmamıştı. O yüzden yine en sonda söyleyeceğimi en başında söyleyeyim “herkesin okusun� diyebileceğim bir kitap değil.
Kitabın konusuna kısaca değinecek olursak; eski İngiltere Konsolosu olan Geoffrey Firmin, karısı Yvonne ve kardeşi Hugh’nun 1938 Ölüler Günü’ndeki 12 saatini - ilk bölüm hariç- bolca geri dönüşlerle ve sanrıların içinde kaybolarak anlatıyor. Bilinç akışının önemli bir örneği olduğu dile getiriliyor ancak akışına kapıldığınız zihnin delirium tremens evresindeki bir alkoliğin zihni olduğunu unutmamanız gerekiyor. Tabi bu yönüyle değerlendirildiğinde de alkolizmin ve bireysel çöküşün en muazzam edebi temsillerinden birisi olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Yanardağın Altında Malcolm Lowry’nin parçalanmış kişiliklerini bütün karakterlere parça parça yansıtarak -aslında yeterince dikkat ederseniz eşine dair detayların da Yvonne ve Hugh karakterlerinde yakalayabileceğiniz- kendi başarısız hayatının tanıklığını yaparken, diğer yandan da dönemin dünya siyasi çöküşünü anlatan inanılmaz derecede karamsar ve hüzünlü bir kitap. Okurken biraz daha kolay ilerlemek adına Dante’nin İlahi Komedisi’ni okumuş olmak yarar sağlayacaktır. Zaten İlahi Komedya’yı okuduysanız, Meksika tarihi ve İspanya İç Savaşı’na dair bilginiz varsa kitabın adım adım gittiği sona dair ipuçlarını çok daha kolay toplayabilirsiniz.
Sonuç olarak; bireysel bir yoketme hikayesini, ölüm kültürü, devrim, toplumsal dönüşüm ve dönemin siyasi tarihiyle bu kadar şiirsel bir dil ile birleştirmesine, anlatımına ve bir alkoliğin beyninde bu kadar gerçekçi bir şekilde kaybolmaya hayran oldum. Gerçekten okuduğum için mutlu olduğum kitaplardan birisi. Ancak okurken dilinden, kişiselin ve zamanların değişiminden ve hüzünden o kadar yoruldum ki Malcolm Lowry’nin istediği gibi daha iyi anlamak adına üçüncü ya da dördüncü kez okuyacak yüreğim de yok. O yüzden tavsiye edemeyeceğim ama iyi bir kitap olduğunu da inkar edemem. ...more
Yazarla ilk tanışmamı -sırf daha ince diye- Saygı Duruşu ile yapmamın ve bu yüzden kendisiyle arama mesafe koymamın pişmanlığıyla yazılmış bir yorum bYazarla ilk tanışmamı -sırf daha ince diye- Saygı Duruşu ile yapmamın ve bu yüzden kendisiyle arama mesafe koymamın pişmanlığıyla yazılmış bir yorum bu.
Önce konusundan kısaca bahsedersem; kitap anlatıcımızın kaldığı, öğrenme güçlüğü yaşayan “suçlu� gençlerin topluma yeniden kazandırılması için izole bir adaya kurulmuş olan ıslah evinde, aldığı bir ceza ile başlıyor. Almanca dersinde verilen, “görev tutkusu� konulu kompozisyon ödevini, görev kavramının uyandırdığı ve geçmişine uzanan kalabalık düşüncelerini kapıda dökemediği için Siggi ödevini tamamlaması için tecrit cezası alır. Hücresinde, bütün dikkat dağıtıcılarından uzakta hikayeyi anlatmaya başlar. Buradan itibaren kitap iki ayrı zamana ve akışa ayrılıyor. Birincisi Siggi’nin ıslahevi dönemi diğeri ise ödevine konu olan çocukluğu ve tabii ki o döneme eşlik eden İkinci Dünya Savaşı’nın son yılları.
Hem Siggi’nin ödevine konu olan hem de onu ıslah evine götüren olayların başlangıç noktası ise 1943 yılında ressam Max Ludwig Nansen’in resim yasağı alması ve bunu çocukluktan -hatta zamanında hayatını kurtardığı- arkadaşı Rugbüll polisi Jens Ole Jepsen tarafından bildirilip denetleneceği bilgisinin ortaya çıkmasıyla başlıyor. Hikaye konusuna daha detaylı girmeyeceğim. Çünkü bu kitapta beni en çok etkileyen şeylerden birisi; yazıldığı zamana bakıldığında (1968) bu kadar yakın bir tarihle bu kadar açık bir yüzleşme içermesi. Kitabın omurgasını oluşturan ressam ve resim yasağı Emil Nolde’nin aldığı resim yapma yasağındam esinlenilerek oluşturulmuş. Yani gerçek bir çatışmanın ve olayın üzerinde yükseliyor kitap. O yüzden de, geçmişe dair yüzleşmelerde en çok sorulan “Nasyonal sosyalistler ve bu kadar karanlık bir ideoloji nasıl böyle büyük kitlelerce benimsendi, gündelik hayatın her detayına nasıl sızdı?� sorulanının cevabını kısmen de olsa veriyor. Özellikle de kadınlar üzerindeki etkisi, Alman onurunun anneliğin dahi önüne geçmesi insanın kanını donduran bir netlikle görülüyor. Her ne kadar gündelik hayata dair detaylar kadınların yaşantısına sıkıştırılmış olsa da, Alman halkının bölündüğü iki cepheyi tasvir etmek için iki ana eril karakter olan ressam ve polisi seçmiş Lenz. Ressam Nansen sanata, kuralların esnekliğine ve özgürlüğün yasaklanamayacağına olan inancıyla azınlığın temsilcisiyken, polis Jens göreve körü körüne bağlılığı, yalnızca emirleri uygulamaya odaklanmayı, vicdanını otoriteye duyduğu sarsılmaz bir inançla bastırmayı bilen kalabalık kesimin temsilcisi. Siggi ise savaşın bitiminden sonra oluşan yenilgiyle çökmüş güvensiz ortamda bu iki cephenin arasına sıkışıp hangi yönün haklı ya da doğru olduğuna karar veremeyip sonunda kendi yolunu açan köksüz Alman neslinin çok iyi bir tasviriydi.
Kitabın çok güçlü bir alt metni var ve bunu sağlayanlardan bir tanesi de anlatım tarzı ve tercih edilen dil. Öncelikli olarak, babasının görev obesesyonunun ve nazi egemenliğinde, savaş eşliğinde geçen çocukluğun anlatıcıda yarattığı travmayı keskin bir şekilde hissediyorsunuz. Çocuğun babasına ve ailesine adım adım yabancılaşması ve ebeveynleri için kullanılan tanımın sayfalar ilerledikçe değişmesi, korkunun ve paranoyanın yarattığı psikolojik ve fiziksel değişim sayfa sayfa önünüze seriliyor. Hikayenin temel noktasını nazi dönemi ve bu dönemin görev bilinci oluşturmasına rağmen bu tabire beredeyse hiç rastlamıyorsunuz. Aynı şekilde, Gestapo, Yahudi, çingene vb kavramları da direkt anmak yerine sembollere ve detaylara saklıyor. Bu da anlatıyı gerçekten on yaşındaki bir çocuğun ve bu çocuklukla ruhu zedelenmiş bir gencin tedirgin zihninden dinliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Sadece anlatıcının ruh hali açısından değil, kitabın tamamında gerek insanlar, gerek olaylar gerekse yerler hakkında çok detaylı ve gerçekçi bir tanımlama var. Bu da kitabı okurken adeta kitabı yaşamanız, bütün bölgeyi ve insanları gözünüzde canlandırabilmeniz anlamına geliyor. Benim hem hayranlıktan aklımı alan hem de bir ödevin peşinde perişan olup sürükleniyor hissi yaşayıp, kitabı uzun bir zamanda bitirmemin sebep de bu dil tercihiydi açıkcası.
Özetle; yazıldığı tarih ve dile getirdikleriyle çok cesur bir yüzleşme kitabı Almanca Dersi. Hem bir baba-oğul arasında yıkılan ilişkinin enkazından kalanlara hem de bir ülkenin bütün dünyayı travmatize eden yakın tarihine dair. Özellikle de milliyetçiliğin yenide yükselişe geçtiği günümüz dünyasında bu oluşum ve “görev� kavramı üzerine mutlaka okunması gereken kitaplardan birisi.
Bu kitap üzerine daha detaylı bir yorum yazacağım aslında. Ama söylemem gereken en önemli şey, Eğer her ikisini de okumadıysanız Tüm Ruhlar'ı, YarınkiBu kitap üzerine daha detaylı bir yorum yazacağım aslında. Ama söylemem gereken en önemli şey, Eğer her ikisini de okumadıysanız Tüm Ruhlar'ı, Yarınki Yüzün üçlemesinden önce okuyun.
üԳ:
“Bir an gelip her şeyden el çekeceğini bilmek dayanılmaz bir şey, herkes için, o her şeyi oluşturan artık her neyse, bildiğimiz tek şeyi, alıştığımız tek şeyi. Ben sadece sevdiği yazarın gelecek kitabını okuyamayacağı ya da hayran olduğu aktristin gelecek filmini seyredemeyeceği, ya bir daha bira içemeyeceği ya da yeni başlayan günün çapraz bulmacasını çözemeyeceği ya da televizyonda sürüp giden diziyi izleyemeyeceği, ya da yeni başlayan sezondan şampiyonluğu hangi takımın kazanacağını bilemeyeceği için öleceğine kahırlananları anlıyorum. Gayet güzel anlıyorum. Hem yalnız her şey bundan sonra hala olabileceği, hayale bile sığmayacak haberin gelebileceği, olayların bambaşka bir mecraya sürüklenebileceği, en olağanüstü olayların keşiflerin olabileceği, dünyanın altının üstüne gelebileceği için değil. Zamanın öbür yanı, kara sırtı zamanın…�
11 Eylül 2022’deki ölümünün ardından bu satırları okumak hiç kolay olmadı. Ölüm ve zaman Marias’ın neredeyse bütün kitaplarında yer alan ve üzerine çok fazla konuştuğu temel kavramlardan ikisi elbette. Ancak Tüm Ruhlar’ın, bu eserlerin içinde bambaşka bir yeri var.
Javier Marias ülkemizde, özellikle de son yıllarda en çok okunan ve ilgi gören Avrupalı yazarların başında geliyor. Ancak Tüm Ruhlar bu ilgiden nasibini alan eserlerinden birisi değil. Halbuki kendisini İspanya sınırlarından çıkartıp uluslararası tanınır bir yazar haline getiren, hakkında çok konuşulup çok tartışılan ve hatta kendisinin de üzerine bu kadar açıklama yapma ihtiyacı duyduğu tek eseri bu kitap. Zira yayınlandığı 1989 yılından itibaren, bir otobiyografi mi yoksa tamamen kurgu mu olduğu çok fazla tartışıldı. Marias’ın okuruyla oynamayı seven yanı bu konuda da kendisini gösterdi ve “anlatıcının da Oxford’da kendisiyle aynı işi yaptığını, kendisinin yaşadığı evde yaşadığını fakat anlatıcının kendisi olmadığını� ifade ederek belirsizliği korumayı tercih etti.
Marias, bu kitabın gerçeklerle ilişkisinin boyutunu kabullenip kabullenmemek konusunda kararsız gibi görünse de bu hikayeyi anlatma ihtiyacı daha ilk sayfadan kendini ele veriyor aslında. Çünkü eğer sadık ve dikkatli bir okuruysanız fark edebileceğiniz gibi, Javier Marias’ın hemen hemen her kitabında ilk sayfa o eserin adeta şifreli bir özetidir. Genel olarak ilk cümleden konuyu size ufak bir şok yaşatarak açarken, bir yandan da hikayenin sonunun nereye gideceğini ve sizin nelerle karşılaşacağınızı çoktan anlatmıştır. Lakin siz bu şifreyi ancak son sayfayı okuduğunuzda çözebilirsiniz. Tüm Ruhlar’da ise durum biraz daha farklı. Zira ilk sayfadan anlatıcı ile kendisi arasındaki karmaşayı önünüze koyarak kitapta karşılaşacağınız olaylardan ziyade olaylarda gizli olan gerçekliğe dair bir şifre veriyor size.
Kitap İspanyol bir öğretim görevlisinin Oxford’da geçirdiği iki yılı, burada ilişkide bulunduğu insanlarla olan anılarını ve o anıların uyandırdığı düşünceleri doğrusal olmayan bir kronoloji ile, tam da bir insan geçmişi nasıl anımsarsa öyle anlatıyor. Bir açıdan Marias’ın hayranı olduğu Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserinden ilham aldığını hatta belki bir parça da öykündüğünü hissediyorsunuz. Zira diğer kitaplarında her daim kullandığı gizem ve merak unsuruyla okuyucuyu peşinden sürükleme tercihine Tüm Ruhlar’da rastlamıyorsunuz. Belki de kitabın ülkemizde bu kadar geri planda kalmasının sebeplerinden birisi de budur. Zira, bu sefer ne anlattığından çok, nasıl anlattığına ve hafızasında neleri yeniden keşfettiğine odaklanıyor. Diğer kitaplarından ayrılan bir başka yönü ise anlatıcının belirsizliği. Tüm Ruhlar’a kadar -hatta sonrasında da- yazdığı bütün eserlerinde anlatıcı karakterini okuyucuya oldukça detaylı tasvir ederek adeta okuyucunun gözünde cisimleşmesini sağlamışken bu sefer isim dahi vermediği, hiçbir yansıması olmayan bir ana karakterle karşımıza çıkıyor. Kitabı okurken yaşadığım en büyük şaşkınlıklardan birisinin kaynağı da buydu. Çünkü Yarınki Yüzün üçlemesini okuduysanız, Tüm Ruhlar’� okurken ortam ve karakterler adım adım gözünüzde canlanacak ve üçlemenin öncülü olan kitabı okuduğunuzu fark edeceksiniz. Bu aydınlanma ile birlikte karakterin isimsizliği, hele de kitaplarında hiçbir detayı amaçsız eklemediğini bildiğiniz bir yazar yaptığı için daha çok ilginizi çekecektir. Zaten Marias da bir söyleşisinde, anlatıcı ile arasındaki benzerlikler bu kadar belirginken bunu bir isim ya da tasvir ile kamufle etmeyi manasız bulduğu için isimsiz bir anlatıcı tercih ettiğini açıklayarak kitabı kendi gerçekliğine biraz daha yaklaştırdı. Açıkcası kitap üzerine hiçbir şey söylememiş olsa bile, Marias’� biraz yakından tanıyorsanız, karanlık bir dönemi hatırlama ve anlatma ihtiyacının izlerini çok kolay bir şekilde yakalayabilirsiniz. Kitaplarının temelini ister gizlemek, ister suç ortağı olmak ya da temize çıkmak, isterse de sadece anlamak için olsun, her zaman “anlatmak� üzerine kuran bir yazar olarak, bu sefer kendi “sürgün� dönemini anlatmak adına, kurguyla gerçekliği kasıtlı olarak iç içe geçirdiği bir anlatım tarzı benimsediği göze çarpıyor.
Ölüm her kitabında değindiği bir konu olsa da, Tüm Ruhlar’da ölüme ya da onun bakış açısıyla kendi rutininin dışına çıkmaya dair düşüncelerini çok daha açık ve biraz daha karamsar bir şekilde dile getiriyor. Bu karamsarlığın ve romanın kasvetli yapısının temel sebebi; her kitabında bizi sokaklarında gezdirdiği, adını anmadan geçmediği yuvasına, yani Madrid’e duyduğu aşk ve bu aşkından uzak kalıp, Oxford’da geçirdiği iki yılda yaşadığı ruhsal ve sosyal yıkım aslında. Geçmişinin, dünyanın en çok dünya olduğu çocukluk döneminin ya da kişiliğinin tanınmadığı bir yabancı olmanın yanı sıra Kıta Avrupası’ndan uzak, tarih, gelenek ve seremonilerine düşkün İngiltere yaşamının verdiği sıkışmışlığı da yoğun bir şekilde yaşıyor. Bu dönemde içinde bulunduğu ruhsal dengesizliğini belki de en iyi John Gawsworth seçimi anlatıyor. Gawsworth’e dair fotoğraflar ve anılar yalnızca kurguyla gerçek arasındaki çizgiyi muğlak bırakmakla kalmıyor. Aynı zamanda anlatıcımızın -ya da zaman zaman Marias’ın- yakaladığı bazı ufak benzerlikler ile bağ kurarak düştüğü korkuyu, İngiltere dönemindeki ruh halini ve yaşadığı kafa karışıklığını da okuruna aktarıyor.
Javier Marias’ın otobiyografi üzerine “bir kitabı kurgu olarak sunabilirsiniz ancak kurgulamak için hiçbir şey yapmamış da olabilirsiniz� minvalindeki beyanlarını ve otobiyografiyi hatırat olarak değil kurgu olarak sevdiği gerçeğini göz önüne aldığımızda, Tüm Ruhlar’ın gerçeğe ne kadar yaklaştığını belirlememiz çok zor. Hele ki isimsiz İspanyol anlatıcımız yıllar sonra Yarınki Yüzün üçlemesinde Jaime Deza’ya evrildiğinde bu kurgunun otobiyografiyle ne kadar bağı kaldığını bilmek imkansız. Yine de Tüm Ruhlar’� okuduktan sonra, Marias’ın çoğu kitabında karşımıza çıkan Luisa ismi ve bu tekrarların müsebbibinin Oxford günlerinden kalma olduğunu düşünmeden edemiyorum. Peki bu kadar üzerine konuştuktan sonra bu kitap yazar ile tanışmak için ideal bir kitap mı diyecek olursanız, değil maalesef. Zira Tüm Ruhlar’� sevmek Marias’� sevmek gibi, biraz zaman ve sabır isteyen bir süreç. Eğer bir kaç kitabını okuduysanız ve kendisini erken dönem eserlerini dahi okuyacak kadar sevdiyseniz; bundan da öte belki de yıllar sonra Yarınki Yüzün’ün girişini “İnsan asla hiçbir şey anlatmamalı, bilgi de vermemeli, hikaye de aktarmamalı, hiç var olmamış, yeryüzüne ayak basmamış, dünyayı dolaşmamış ya da bu dünyadan geçmiş ama tek gözü kör kararsız unutuşa gömülerek yarı yarıya kurtulmuş varlıkları da insanlara hatırlatmamalı.� cümlesi ile yapmasına sebep olan “anlatmanın pişmanlığı”nın izlerini sürmek isterseniz bu kitabı mutlaka okuyun.
“Her şey en az bir kez anlatılmalıdır. �.zamanına göre anlatılmalıdır. Ya da aynı kapıya çıkar ki, tam zamanında anlatılmalıdır ve insan tam o anı yakalayamamışsa ya da bile isteye atlamışsa, artık bir daha dile getirilemez. O an bazen (çoğu kez) apansızın, şaşmaz biçimde ve ivedilikle ortaya çıkıverir ama bazen de ancak belli belirsiz ve aradan beş on yıl geçtikten sonra, en büyük sırlarda böyle olur. O nedenler kimi kişiler yeniden ortaya çıkarlar. O nedenle hep söylediklerimizden ötürü başımızı belaya sokarız. Ya da başkalarının söylediklerinden ötürü.�
Bu yazı aynı zamanda Lemur Dergi'nin Ocak 2023 sayısında yer almıştır.
Bu kadar muazzam bir kitap nasıl anlatılır pek bilemiyorum açıkcası. O yüzden sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeceğim; bu kitabı mutlaka okuyun. LatBu kadar muazzam bir kitap nasıl anlatılır pek bilemiyorum açıkcası. O yüzden sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeceğim; bu kitabı mutlaka okuyun. Latin edebiyatına mesafeli olsanız da Nobel Edebiyat ödülüne tepkili olsanız da mutlaka okuyun.
Trujillo dönemi; okurken gerçekliğine inanmak istemeyeceğiniz, kurgu gibi görmeyi arzu edeceğiniz, dünya siyaset tarihinin kara lekelerinden bir tanesi. Açıkcası bu dönemi yazmak ya da okumak kolay değil. Ancak Mario Vargas Llosa bu dönemi, pek de filtreden geçirmeden muazzam bir şekilde kaleme almış.
Kitap genel olarak 1931-1961 yılları arasında Trujillo’nun Dominik Cumhuriyeti’ndeki diktatörlük dönemini anlatıyor olsa da aslında üç noktaya yoğunlaşıyor. Bunlardan birincisi Trujillo’nun suikaste kurban gittiği 30 Mayıs 1961 günü ve suikast düzenleyen 7 komplocunun hayatları, ikincisi Trujillo’nun gözünden bu günün - ve elbette flashbacklerle tarihin- akışı. Kitabın açılışını yapan üçüncü pencere ise 35 yıl sonra yeniden ülkeye dönen ve bir yüzleşmeye hazırlanan Urania’nın gözünden günümüz Dominik’i ve geçmişin izleri.
Kitabın konusuna dair çok fazla bir şey anlatmayacağım elbette. Zaten bilinen bir tarihin, çok da oynanmamış; bir kısmı gerçek karakterlere sadık kalınarak, bir kısmı da gerçek karakterleri kurgu karakterlerin içine saklanarak aktarılmış muazzam bir anlatısı. 1931’de ülke yönetimini devraldığında getirdiği mali özgürlük ve düzen ile bir dönem bütün vatandaşlarının sevgisini ve saygısını kazanmış olsa da özünde Trujillo güç takıntılı, ırkçı bir katildi. Ancak buna rağmen -ölümü bir şölen gibi kutlanıyor olsa da- 30-40 yıl geçtikten ve onun acılarıyla kavrulmamış bir nesil geldiğinde “ama o zamanlar daha iyiymiş en azından herkesin işi varmış� savunmaları ile insanlığın unutkanlığı ve yaşamadığı acının yorumunda ne kadar subjektif kaldığını görmek açısından da çok önemli bir kitap. Son sayfalarına doğru artık iyice gerilerek, sinirlenerek ama elimden bırakamadan okudum. Mario Vargas Llosa’dan okuduğum üçüncü kitaptı ve sanırım bütün kitapları arasında favorim hep Teke Şenliği olacak.
Bu arada Trujillo dönemine dair de okuduğum üçüncü kitap Teke Şenliği’ydi. Daha öncesinden Oscar Wao’nun Tuhaf Kısa Yaşamı ve Kelebekler Zamanı’nı okumuştum. Belki onlardan gelen ve döneme ilgimden kaynaklı bir aşinalıktan isimler beni çok zorlamadı. Yine de kitaba başlarken ufak notlar almak okumayı daha kolay bir hale getirebilir. Zira Güney Amerika’daki isimlerin uzunluğu ve hitapların rus romanlarındaki gibi devamlı değişiyor olması bir yerden sonra karakterlerin karışmasına sebep olabilir.
Özetle merkezinde Trujillo rejimi olsa da aslında sadece Orta ve Güney Amerika değil genel olarak diktatörler, onların rejimleri, entrikaları, toplum üzerinde yarattığı tanrı imajı ve maço-eril nazizmlerini çok iyi ortaya koyuyor. Diğer yandan da Soğuk Savaş dönemindeki siyasi koşulları ve öncelikleri, özellikle de Amerika’nın bu dönemdeki tutumuna dair çok şey var. Teke Şenliği bana bildiğim bir tarihi ve sonunu bildiğim olayları dahi bana büyük bir merakla okutan, çok sevdiğim, okurken hem çok zorlanıp hem de hayran kaldığım ve muhtemelen sadece bu yılın değil, bütün zamanların favorileri arasında kalacak bir kitap. ...more
Daha önce Nisan 2020’de okuduğum Büyülü Dağ’a ikinci kez döndüm. Birinci okuyuşumda bu kadar bunalmışken ikinci kez neden döndüğüme gelecek olursak buDaha önce Nisan 2020’de okuduğum Büyülü Dağ’a ikinci kez döndüm. Birinci okuyuşumda bu kadar bunalmışken ikinci kez neden döndüğüme gelecek olursak bunun iki sebebi vardı. Öncelikle ilk okumamın oldukça bunaltıcı bir döneme gelmesinden kaynaklı - kitabın da bir noktada hastalık, ölüm ve yalıtılmış bir fanus gibi “yukarıda� bir sanatoryum odağında olması- iyi bir kitabı kaçırmış olabilir miyim merakı, ikinci sebep ise Thomas Mann’in “� but if you have read The Magic Mountain once, I recommend that you read it, twice. The way in which the book is composed results in the reader’s getting a deeper enjoyment from the second reading. Just as in music, one needs to know a piece to enjoy it properly…� beyanını dikkate almamdı.
Kitabın konusunu kısaca özetleyecek olursam; anne babasını çok küçük yaşta kaybetmiş, sonrasında bir dönem dedesiyle yaşayıp onun da ölümünden sonra dayılarının himayesinde büyüyen, kendi seçimlerinden çok yönlendirmeler sonucunda mühendis olan genç bir adamın- Hans Castorp- iş hayatına başlamadan önce, bir süredir sanatoryumda tedavi gören kuzenini üç haftalığına ziyarete gitmesiyle başlıyor. Fakat zaman ilerledikçe planlar pek beklendiği gibi ilerlemiyor. Planlardaki bu değişim aslında kitabın yazım aşamasında da yaşanıyor. Zira Büyülü Dağ, ilk başta -tıpkı Hans Castorp gibi- karısını İsviçre’de kaldığı sanatoryumda ziyarete giden Thomas Mann’in buradaki hastalar ve günlük hayatları üzerine gözlemlerinden yola çıkarak yazmayı planladığı çok daha kısa ve hiciv dolu bir kitap. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, Thomas Mann’in Alman İmparatorluğu’na bağlılığı ve zaman ilerledikçe savaşın yarattığı acı ve derin depresyon kitabın konusunu, akışını ve dilini tamamen değiştiriyor. Bu değişimi kitapta ilerledikçe, bölüm bölüm çok rahat takip edebiliyorsunuz. Bu yüzde de özellikle ikinci cilt -her iki okumamda da- benim için zorlayıcı oldu. Hans Castorp’un “yukarıdaki� izole dünyanın konforuna adaptasyonu ve zaman ilerledikçe karakterindeki daha içe dönüp bireyselleşen ve felsefi sorularının cevabını arayan -belki de Heninrich Mann’ın mensubu olduğu - savaş karşıtı Alman entelektüel saflarına geçişi- değişimi ile her daim efendi, yüksek iradeli-karakterli ve idealist Alman örneği olan, gerçekten hasta olmasına rağmen “düzlüğe� geri dönüp askerliğe ve savaşa başlamanın motivasyonunu hiç kaybetmeyen kuzeni Joachim Ziemssen arasındaki tezat ve romanın sonundaki kaderlerin kesişimi çok etkileyici. Bireyin felsefi sorularını -gerekliliği tartışılabilir- çok detaylandırarak ve şiirsel dilini bozmadan, karakterlerinin hem fiziksel hem de ruhani dünyalarını çok geniş bir şekilde detaylandıran, bu yüzden bir yandan -günümüze göre değil de yazıldığı döneme göre değerlendirildiğinde- okumaktan çok keyif aldığınız ama diğer yandan da - günümüze ve bu dönemin okuma alışkanlıklarına göre değerlendirildiğinde- psikolojik değerlendirmelerin derinliği ve anlatı dilinin ağırlığı açısından yorucu, yavaş -hatta hadsizlik olacak ama akış açısından hantal-bir kitap. İkinci okumamda da pek çok kez bırakmanın eşiğine geldim. Fakat tıpkı Castorp’u büyüleyip yukarıda olmaya bağlayan -ya da hapseden- dağın büyülü etkisi, okurun üzerinde de kendini gösteriyor sanırım. O yüzden birkaç kez “tamam devam etmeyeceğim benden bu kadar� dememe rağmen, bir kaç saat sonra aanki bu monolog hiç yaşanmamışcasına kitaba geri döndüm. O yüzden Büyülü Dağ’� okumayı herkese tavsiye eder miyim sorusu cevapsız. Thomas Mann bu konuya çok güzel cevap vermiş aslında. “Okurken sıkıldıysanız bırakın, ama bitirdiyseniz de mutlaka ikinci kez okuyun.� Benim durumum her iki seçeneğe de uymadı ve artık müziği bilsem de ikinci sefer yine de zordu. Ancak ikinci kez okuduğum için pişman değilim, tam tersi iyi ki okumuşum. Çünkü gerçekten ikinci okuma kitabın bambaşka detaylarını açıpa çıkarıyor. Örneğin ilk okumamda yalnızca koşulların eşleşmesinden kaynaklı olduğunu düşündüğüm boğulma hissinin aslında insan ve hastalık-ölüm ilişkisinin yarattığı değişimden kaynaklı olduğunu gördüm. Zamana yayılan ve hayatınızı belli seviyede riske atan bir hastalığın sizin kişiliğinizde ve dünyaya yaklaşımınızda yaptığı değişimi tedavinizin üzerinden bir zaman -yıllar- geçmeden çok kolay kolay fark edemezsiniz. Sonrasında tıpkı kitapta bambaşka bir metafor olarak kullanılan büyünün -burada kara büyü de desek olur- etkisinin bir anda gelen bir aydınlanma ile kalkmasıyla eskiden olduğunuz kişiye dönüşme çabası başlar. Hastalık ya da o hastalığa sahip olma ihtimalinin insandaki manipülatif etkisi de bu duyguyu bilenler için çok rahatsız edici bir seviyede. O yüzden zamandan bağımsız okurken boğulmaktan kurtulmanız bir seçenek değil bu kitapta. Bu arada bütün içeriğinin yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı dönemi için “Almanlar nasıl oldu da bu kadar delirdi� sorunuzun cevabını da -özellikle de orta-üst eğitimli sınıfın- Alman diline, kültürüne ve gücüne olan hayranlığı ve diğer ırklara bakış açısını görerek bu deliliğin öyle 3-5 yılda bir anda ortaya çıkmadığı şeklinde alabilirsiniz....more
Öncelikli olarak, yıllar önce bu kitaba başlayıp “hep aynı isimler, kim kim takip edemiyorum� diye pes edip kitabı yarım bırakarak arkadaşına veren, yÖncelikli olarak, yıllar önce bu kitaba başlayıp “hep aynı isimler, kim kim takip edemiyorum� diye pes edip kitabı yarım bırakarak arkadaşına veren, yıllarca bir daha okumayı düşünmeyen İrem’e çok kırgınım ve kendisine laflar hazırladım.
Yüzyıllık Yalnızlık hakkında yorum yazmak haddim değil gibi hissediyorum aslında. Zaten kitapta anlatılabilecek temel bir konu da yok. Çünkü Marquez’in kendi ülkesinin başka bir boyuta yansıması olan Maconda’da Buendia ailesinin yedi nesillik gündelik hayatı. Tabii ki bu ülkenin -Güney Amerika’nın tamamında görüldüğü üzere- siyaset, sömürü ve din gündelik hayatının temelini oluşturuyor. Güney Amerika gerçeğinin ortasında, yalnızlığın her haline dair modern bir peri masalı. Bir ailenin tarihi üzerinden ölümün, gücün, aşkın, kendini sevememenin, sevmeyi hiç öğrenmemenin, yanlış seçimlerin ve yitirilen duyguların yalnızlığı bambaşka bakış açılarından ve içinde kaybolmak istediğiniz bir destanın içinden anlatılıyor.
Kitabın her sayfasında Güney Amerika’nın ruhu ve bölgenin karikatürize tarihi sahne sahne canlanarak önünüze seriliyor. Çünkü Marquez, romanı öyle güçlü ve canlı bir anlatıyla inşa ediyor ki adeta kitabın içinine atılmışsınız gibi hissediyorsunuz. Yıllarca durmayan yağmurun nemi ve küfün kokusu dahi zihninizde şekilleniyor.
Kitabı dün akşam bitirdim ve hala heyecanını taşıyorum. Kendisini soluksuz övmek dışında bir yorum yapabileceğimi düşünmüyorum. O yüzden isimlerin tekrarına ve kalabalığa aldırmadan, ertelemeden okuyun bence....more
Yahudi aile yapısının baskıcı duruşu, psikanaliz ve toplumsal ahlak kuralları ile alay eden muazzam bir monolog. 33 yaşında, dışarıdan bakıldığında gaYahudi aile yapısının baskıcı duruşu, psikanaliz ve toplumsal ahlak kuralları ile alay eden muazzam bir monolog. 33 yaşında, dışarıdan bakıldığında gayet başarılı ve mutlu olduğu düşünülen yahudi bir avukatın bir psikanaliz seansı sırasında başladığı ve çocukluğundan gününüze aşırı detaylı aktardığı iç dünyası. Aşırı muhafazakar bir Yahudi ailesinde büyüyüp Yahudi varlığından rahatsız. Ancak bunu atmaya çalıştıkça, annesinin bilincine işlediği bütün hurafeler yeniden uyanıyor ve bütün bu sıkışmışlık hissi asla azalmayan bir libido ile kendisini gösteriyor. Portnoy kesinlikle rahatsız edici, zaten yaratılma amacı da bu. Sanırım şimdiye kadar bu kadar açık bir cinselliği keşif hikayesi okumamıştım. Ancak Portnoy’un anlatımında rahatsız ediciden çok, komik bir hava yaratıyor. Çok sevdim....more
2,5 ayın sonunda bitti. Eğer kitabın Yaz Mevsimi bölümünden sonra gelen hareket ve tarz değişimi olmasa daha da okuyor olurdum sanırım. Coetzee çok il2,5 ayın sonunda bitti. Eğer kitabın Yaz Mevsimi bölümünden sonra gelen hareket ve tarz değişimi olmasa daha da okuyor olurdum sanırım. Coetzee çok ilginç bir karakter. Kendisinden üçüncü tekil ile bahsettiği otobiyografik romanı aslında hayretle okudum. Hayatını tamamen mekanize bir şekilde kurgulaması, kadınlara, insanlara ve arkadaşlığa olan bakış açısı. Hayatı yaşama şekli ve ailesiyle olan ilişkisi çok karmaşık ve -bunu nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum ama- normal insan ilişkilerinden çok uzakta. Hayatının bu tekdüze ve planlı hali kitaba, anlatıya ve yazım şekline de yansıyor doğal olarak. O yüzden kitabı ne zaman elime alsam büyük bir merakla okusam da, ertesi gün kitaba tekrar elim gitmedi. Yaz Mevsimi bölümünden sonra değişen tarz ve içerik bira tempo kazandırdı. Kitap için herkes mutlaka okusun diyemem ancak eğer Coetzee’nin eserleri ve tarzını seviyorsanız, kendisiyle tanışmak ve yazarken nasıl düşündüğünü görmek için çok iyi bir kitap. Okuduğum için mutluyum ancak bir süre başka bir kitabını okumayacağım sanırım....more
Benim için oldukça farklı bir okuma deneyimiydi. Bir yandan kitabı okurken bir yandan da Paul Auster ile Siri Hustvedt çiftinin hayatındaki olayların Benim için oldukça farklı bir okuma deneyimiydi. Bir yandan kitabı okurken bir yandan da Paul Auster ile Siri Hustvedt çiftinin hayatındaki olayların peşine düştüm.
Hikaye 1970'lerin ortalarından milenyuma uzanan iki adamın aralarındaki dostluğun ailelerini de içine alarak gelişmesi ve değişimlerini anlatıyor. Çok başarılı bir roman à clef örneği aslında. Kitabı takip ederken ipuçlarında da Siri Hustvedt'in, Paul Auster'ın ve Lydia Davis'in izlerini topluyorsunuz. Açıkcası bu kadar sarsılmayı beklemiyordum. "Sevdiklerim" başlığının altındaki imanın her daim iyiliğe ve huzura işaret olmadığını beklemediğim bir şekilde yüzüme vurdu. Bu arada tam da Paul Auster'ın New York Üçlemesi üzerine okuduğum için mi böyle bir şey hissettim bilmiyorum ama Siri Hustvedt'in yazım stili çok fazla Auster anımsatıyor. Bunun yanında ise kitabı bir erkeğin gözünden anlatması ve bunu yadsımadan okuyabilmeniz çok hoşuma gitti. Son olarak kitabın ana karakterinin kim olduğu kitabın her bölümünde değişiyor adeta, bu şekilde değişken bir zeminde heyecanı bu kadar stabil tutabilmesi çok iyiydi.
Kitap üzerine söylemek istediğim çok fazla şey var aslında, hatta çok sevdiğim bir kitaptaki kurgunun gerçeğe dönüşmesini okumanın heyecanı üzerine uzun uzun anlatmak istediklerim var. Lakin o kitabın ismini verdiğim anda bütün gizem dağılıp kitabın tadı kaçacağı için susuyorum. Umarım Can yayınları bu kitabı yakın zamanda yeniden yayın programına alır. Çok beğendim.
Son olarak Lydia Davis, genel yapısı itibariyle hepimizin malumu iken bu kitap üzerine sessizliğini nasıl korudu aşırı merak ediyorum. ...more