ilk cümleden bizi “zihinsel engelli� benjy’nin zihnine fırlatır faulkner. benjy konuşamaz, anlamaz, anlatamaz. bakar sadece, izler. şaşkın. ses verir ilk cümleden bizi “zihinsel engelli� benjy’nin zihnine fırlatır faulkner. benjy konuşamaz, anlamaz, anlatamaz. bakar sadece, izler. şaşkın. ses verir bir de, çığlık atar, ağlar. zihinsel engelli zihin. bizim zihnimiz öyle değildir. anlarız, anlamaya çalışabiliriz. olup biteni toparlamak, zaman sıçramalarını takip etmek, hikayeyi kurmak. biz bunu biliriz. hikayeye ulaşmaya çalışırız. önemli olan hikayedir. hikaye içinde benjy de anlaşılabilir, diye düşünürüz. olgular-olaylar üzerinden, başkaları üzerinden, başka bağlantılar üzerinden... ama hayır.
hayır çünkü ikinci bölüme geçip quentin’in zihnine girdiğimizde zihinsel engelli olmayan zihni anlamanın zorluğunu da yüzümüze çarpar faulkner. quentin’in karanlık, ulaşılamayan, kendisinin bile ulaşamadığı bir derinliği vardır. biz boşluklarla olsa da hikayeyi kurmaya çabalarız yine de. ilk bölümle bağlantılar buluruz, detaylar üstünden keşifler yaparız. böyle ilerledikçe yapboz tamamlanacak, bulmaca sonunda çözülecektir şüphesiz. böyle hikayeleri iyi biliriz düşünceli okurlar olarak.
üçüncü bölümde, anlatıcı jason’la bize istediğimizi verir faulkner. jason’un hem dili bildiğimiz hikaye dilidir hem de kendi karakterini açıklıkla aktarır jason. hızlı-akıcı-anlaşılır anlatır ve bölümünü bitirir. hikaye çözülmüştür artık, dördüncü bölümde “dışarıdan� anlatıcıyla final beklemektedir bizi artık. zor denen kitap kolaylaşmıştır…ve fakat tam da final belirmeye başladığında bir güç, bir direnç oluşur sanki. bu direnç kitabı bitirmeden önce geriye dönmeye çağırır bizi.
hikaye ne kadar önemlidir?.. bu hikaye neden sadece son iki bölümdeki gibi anlatılmamıştır. bunun cevabını çabucak veririz artık. faulkner yapacağını ilk iki bölümde yapmıştır aslında. hatta ilk bölümde bizi engelli bir zihnin içine fırlatarak yapmıştır. her şeyi anlayabilir miyiz? her şeyi açık-anlaşılır bir hikayeden ne alabiliriz?.. birinci bölümde bizi zorlayan hikaye değil, benjy’nin hikayeyi-hikayesini anlamamasıdır. ikinci bölümde quentin’i çözemeyişimiz, quentin’in kendini anlatmasının imkansızlığıdır. her şeyi anlama isteği ise bizim eksiğimiz. anlamamayı-anlatamamayı, anlanamazlığı-anlatılamazlığı anlamamamız. hikayenin içinde herkesin ayrı hikayesi olmasıdır mesele. faulkner bu meselenin en iyi anlatıcısıdır. ...more
altmış dört sayfada on yılı anlatmak, bir insanın son yılını, herhangi bir insanın değil üstelik, ravel’in son on yılını anlatmak: cesaret diyelim öncaltmış dört sayfada on yılı anlatmak, bir insanın son yılını, herhangi bir insanın değil üstelik, ravel’in son on yılını anlatmak: cesaret diyelim önce, bir tür meydan okuma, yazarın kendi çıtasına göre bakarsak gövde gösterisi� niteliğe göre değerlendirirsek günümüz romanı adına umut� buradan ilerlemeyelim ama.
ben büyük romanları severim, büyük romanın mümkünse beş yüz sayfa, bin sayfa olmasını tercih ederim. ama iyi kısa romanlarla karşılaştığımda büyüleniyorum. bir romanın niteliğinin sayfa sayısıyla ilgisi yok diye düşünüldüğünde, evet, bunun bir mantığı-gerçekliği olabileceği sezilebilir ama varsayımdan ibarettir bu. olasılıktır ve çok çok düşük bir olasılıktır. echenoz’un yaptığı gibi altmış dört sayfada on yılı anlatmak demek zamanda büyük sıçramalar yapmak demektir öncelikle ve zamanda sıçramalar büyük boşluklar-uçurumlar yaratmanız anlamına gelir. boşlukların, uçurumların etrafından geçen yol da mayın döşelidir, kendi elinizle döşemişsinizdir bu mayınları ve artık her bir adımın hayati derecede kontrollü atılması gerekmektedir. anlatının her bir öğesine kusursuz bir hakimiyet. her bir harfe ama her bir harften de önce yazmadığınız her bir harfe kusursuz hakimiyet. olayları/durumları kopuk kopuk anlatamazsınız, fragman yazamazsınız, özet geçemezseniz hatta malum kuralın en sivri hali anlatamazsınız, göstereceksiniz. göstereceksiniz ama çok belirleyici sahneler de kuramazsınız, detaylara, detayların detaylarına inip oradan maden çıkaracaksınız. kahramanınızın karakteri hakkında, hayatı-hayat hikayesi hakkında neredeyse hiçbir şey söylemeden her şeyi görünür kılacaksınız. bunu başardığınızda madalya beklememeniz gerekiyor bir de. okur tüm emeğinizin üzerinden on beş dakikada geçip kalkacak, jüriler-otoriteler bu uzun öykü müdür, kısa roman mıdır, novella mıdır nedir diye saçma sapan tartışmalarına meze yapacaklardır büyük ihtimalle. bu yüzden iyi kısa roman, ravel gibi beş yüz sayfa yazılsa daha iyi olmayabilirdi diye düşündüren kısa roman benim için büyüleyicidir.
büyüye, böyle büyülere inanmayanlar için beş yıldıza hafifletici sebepler de sunmak gerek: nadir görülen yazar-okur uyumu, klasik müziğe biraz ilgi ve mümkünse ravel’e aşinalık. yine olmazsa buradaki ortalama okur puanı, beş üzerinden üç nokta yetmiş bir de iyidir....more
faaliyetin-yaşamın durduğu bir site, içindeki her şeyle birlikte çürümüş-çürümekte olan insanlar. teslimiyet ve çürüme. kurtulmak isterken daha da içifaaliyetin-yaşamın durduğu bir site, içindeki her şeyle birlikte çürümüş-çürümekte olan insanlar. teslimiyet ve çürüme. kurtulmak isterken daha da içine çeken bir çürüme. herkeste güvensizlik, şüphe, korku. aldanmanın ve aldatmanın kaçınılmazlığı. tüm umutlar tükendiğinde ortaya çıkan mucize ve kurtarıcı beklentisi�
romanın nasıl incelikle ve ustaca kurulduğu son bölümlerde anlaşılıyor ama başlangıçta, daha ilk sayfalarda çok basit ama sağlam bir yapısı olduğunu düşündüm ben: kişiler olabilecek en kısa, en düz biçimde tanıtılıyor. atmosfer, dinmek bilmeyen yağmur gibi, en kolay yoldan oluşturuluyor. olay desen zaten bu atmosferde olabilecek-beklenebilecek ne varsa o. olay, olaysızlık yani. basitlik böyle. basitliğin gücü ise sanki büyük bir karmaşadan alınarak, ayrıştırılarak oluşturulmuş bir manzaraya, bir ortama, bir dünyaya, bir dünyayı tümüyle temsil eden bir küçük dünyaya baktığımız hissi vermesinde. tarihi bir okuma mı istersiniz, siyasi, olmadı dini?...ya da bir insanlık durumu, insanın başlangıcı ya da sonu, kaderi ya da kurtuluşu?..
mucize gerçekleşir, öldüğü sanılan kurtarıcı gelir. bir canlanma, diriliş başlar sitede. biz elbette bu romandan önce bu hikayeden mutlu son çıkmayacağını biliriz ama bir yanımız da merak eder bundan sonrasını. zaten kurtarıcı bekleyecek kadar yıkık insanlar daha fazla nasıl yıkılacaktır? yıkılmış olan daha fazla yıkılabilir mi? umutsuzluktan daha umutsuz ne olabilir, çaresizlikten daha çaresiz?..
roman, temsili dünyasında, sembolik anlatımının, metaforlarının da gücüyle hikayesinin sonunu merak ettirirken aslında okurun-bizim-insanlığın sonunu merak ettirmektedir. bu sitenin-dünyanın insanlarından hiçbiriyle bir benzerlik kurmayız aramızda, bazen küçük ürperişler, ama bu insanların genel manzarayı-insanlığın genel halini oluşturduğunu düşünürek merak ederiz. sitenin bu insanlarını, bu zayıflıklarıyla kurtuluşa layık görmeyiz elbette. yine de başka şeyler vardır: neden zayıftır bu insanlar?..neden umutları, inançları, hayalleri yok olmuştur?..kim yok etmiştir ya da, daha başka bir soru?..roman bu noktada açılımlar yapar hikayenin sonuna gitmeden. büyük güçler, güçlü organizasyonlar, devlet, devletler, devletlere yön verenler?..
beklenen kurtarıcı, sitenin insanlarını beklemedikleri bir sona sürüklerken, bizi de şaşırtmayı başarır. yıkılanın daha yıkılacağı vardır belki. yıkılmak, yok olmak hiç bitmemektedir. belki çaresizliğin çaresizliği bir sonu olmamasıdır. bir son olmamasıdır. son yoktur, bir döngü vardır sadece. biz insanlar kurtarıcı beklemeseler, güçlü olsalar, kendilerine, iradelerine, güvenseler ve birlikte, dayanışmayla yol alsalar, kimse de onların umutlarını, hayallerini çalamaz düşüncesindeyizdir muhtemelen ama hayır…belki hiç umut yoktur, kaçış kurtuluş hiç yoktur. her şey bir yanılgıdan ibarettir. sonsuz bir döngü içinde yıkılmaya, yok olmaya mahkumdur insan?.. bu döngüyü anlamak, anlayıp uyanmak bile yetmeyecektir kurtulmak için?..
romanın harika bir sonu var. bütün güzel roman sonları gibi romanı bitirmiyor. bitirmediği gibi yeniden, en baştan başlatıyor hatta…bu noktada, bu harika romanı fark etmemi sağlayan, bu kitap başlığına yazdıkları harika yorumlarıyla okumama sebep olan arkadaşlara teşekkür etmek istiyorum. insan bu romanı okuyup bitirdiğinde edebiyat dünyasını sarsması gerektiğini düşünüyor, dünya edebiyatını-zamanının edebiyatını sarsmasını bekliyor.
sorularla çekiliyorum. roman bitiyor, hikaye yeniden başlıyor, evet bir döngü bu ve fakat…umut yoksa, bu insanların en küçük inançlarına, en olmaz kurtuluş hayallerine bile, direniş olmayacak küçük uyanışlarına bile neden tahammül edemiyor o büyük güçler, güçlü organizasyonlar?..neden izleniyor bu insanlar bile, neden raporları yazılıyor ve romanları…yeniden başlayan romanın aynı şekilde biteceğinden emin olmadıkları için olabilir mi?...more
kötünün, bazen çok kötünün sınırlarında dolaşan hatta o sınırlara girip girip çıkan iyi bir roman temel parçacıklar. iddialı, farklı, çarpıcı bir romakötünün, bazen çok kötünün sınırlarında dolaşan hatta o sınırlara girip girip çıkan iyi bir roman temel parçacıklar. iddialı, farklı, çarpıcı bir roman için, tabii çok okunmasını-satmasını da gözeterek, risk almış yazar ve sonuçta başarılı olmuş. bir şekilde kusurlarını dönüştürmek söz konusu ya da düştüğü yerden daha yükseğe sıçrama becerisi.
biri determinist diğeri hedonist iki karakter yaratıp onları üvey kardeş yapmak, ikisinin de kaçınılmaz hüsranına sebep olarak özgürlük peşindeki anneyi göstermek ve bu sembol karakterlerin hayat hikayesi üzerinden toplumsal açılımlar yapmak…böyle bir temelden, çürük temelden sağlam yapı çıkarıyor yazar. hem yapay-temsili düzenin imkanlarını sonuna kadar kullanıyor hem de yeri geldiğinde bu düzeni –bile- sahici kılacak usta işi dokunuşlar yapıyor.
romanın otobiyografik bir yanı var ayrıca. muhtemelen yazarın annesine karşı hisleri romana baştan sona bir öfke-nefret akışı sağlıyor ama yazar bunun da romanını zehirlemesini önlüyor. sınırda tutuyor öfkeyi-nefreti ve hatta bir itici güce, enerjiye dönüştürüyor. aynı şekilde koyu bir karamsarlık sürekli ve hassas bir dengede varlığını hep koruyor.
öte yanda, bunlar yetmezmiş gibi, doğrudan-dümdüz neredeyse kaba bir dili var romanın. ama bu da hem anlatma-okunma kolaylığı sağlıyor yazara hem de romana tam istediği gibi tartışmacı, daha doğrusu kışkırtıcı bir şekil veriyor. amacına ulaşınca elbette bu da mübah.
(buradaki puanlamaya göre bu romana kusurlarından dolayı vereceğim yıldız iki, kusurlu güzelliğinden dolayı ise dört. ayrıca romanlardan duygusal anlamda etkilenmeyi neredeyse unutan beni çokça sinir bozarak, zaman zaman ürperterek oyuna dahil ettiği için dört buçuk ve son olarak yılın son romanı olduğundan, güzel bitiş-güzel başlangıç için beş!)...more
kayıp zamanın izinde'nin yedinci ve son cildinde yazar olmak istediğini başından beri bildiğimiz kahramanının bazen tembelliğinden çoğu zaman da yeterkayıp zamanın izinde'nin yedinci ve son cildinde yazar olmak istediğini başından beri bildiğimiz kahramanının bazen tembelliğinden çoğu zaman da yetersiz-yeteneksiz olduğunu düşündüğü için sürekli ertelediği kararı verdiğini görüyoruz: nihayet yazacaktır kahramanımız marcel. kahramanı olduğu hikayenin anlatıcısı ve yazarı da olacaktır. marcel, kayıp zamanın izinde'nin yazarı marcel proust olacaktır.
marcel yazacaktır çünkü sosyete hevesi peşinde geçirdiği yılları da, aşk için-aşkları için harcadığı gençliği de, tüm geçmişi de hatta, kayıp zamandır. marcel ancak yazarak geçmişini anlamlandıracak, kayıp zamanını yakalayacaktır. anlamsız olanı anlamlı kılacak, kayıp zamanını yakalamasını sağlayacak gerçeği, hayatının gerçeğini ortaya çıkarmanın yazmaktan-sanattan başka yolu yoktur.
"gerçek hayat," diyor hatta kahramanımız, "gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat edebiyattır." daha önemlisi: "bu hayat sanatçıda olduğu kadar her insanın içinde de her an mevcuttur. ama çoğu insan, onu açıklığa kavuşturmaya uğraşmadığı için görmez. bu yüzden de, geçmişleri, zihinleri tarafından 'banyo edilmediği' için işe yaramayan sayısız klişeyle dolup taşar." üstelik: "sanatın açıklığa kavuşturduğu şey, yalnız kendi hayatımız değil, başkalarının da hayatıdır, çünkü tıpkı ressam için renk gibi, yazar için de üslup, teknik değil, görüş meselesidir."
marcel'in yazar olma isteğinin, karara-kararlılığa dönüşme süreci eserinin, kayıp zamanın izinde'nin yapısını da belirliyor öte yandan: marcel'in hayat hikayesiyle, hayata dair müthiş incelemesi-öğretisi iç içe. acemilikle ustalık, çocuklukla yaşlılık, başlangıçla son, geçmişle gelecek...kayıp zamanın izinde, bu son ciltte kesinlikle anlıyoruz ki, bir geçmiş kitabı değil. zamanı şimdi, zamanı gelecek. geçmiş, şimdinin de geleceğin de içinde ayrılmaz bir parça, bir bileşen olarak var. geçmiş şimdinin içinde yaşamakta, yaşanmakta ve gelecekte de öyle olmaya devam edecek. yazarının bütünleşmiş zaman dediği anlayış bu.
bununla beraber kayıp zamanın izinde kendi yazılış sürecini de işleyen bir büyüme-öğrenme-gelişme anlatısı olarak bize kahramanının hayatıyla hayatımızı okuma fırsatı veriyor. bu bir romanın verebileceği en değerli şey olsa gerek ki kayıp zamanın izinde bunu sosyete gibi bize çok uzak-çok yabancı ve doğası itibariyle çok dar-çok katı bir alanda gerçekleştiriyor. kayıp zamanın izinde sayesinde hayatımıza ve hayata daha önce hiç bakmadığımız gibi bakmaya başlıyoruz. bakmak, fark etmek, keşfetmek, incelemek, tespit etmek, teşhis etmek, açıklamak, anlamlandırmak hiçbir romanda bu seviyeye, bu güce ulaşamamış ve bundan sonra da ulaşamayacak muhtemelen.
binlerce sayfa, türkçede muhteşem çevirisiyle tam 3073 sayfa, okumanın sonunda söz söylemek de, söylediği sözü bitirmek de zor. şu düşünce mi demek lazım, his mi demek lazım, şu hal mi, işte şu var sonda: "...çünkü insanlar yıllara dalmış devler misali yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler."...more
kayıp zamanın izinde serisinin altıncı cildi, önceki ciltlerde başlangıcını, ilerleyişini, şiddetlenmesini izlediğimiz aşk hikayesinin sonuna odaklanıkayıp zamanın izinde serisinin altıncı cildi, önceki ciltlerde başlangıcını, ilerleyişini, şiddetlenmesini izlediğimiz aşk hikayesinin sonuna odaklanıyor. bağlanma sürecinden sonra kopuş, kayıp ve yas. romanın özellikle ilk bölümü, serinin en yoğun-en güçlü-en güzel bölümlerinden biri. kahramanımız yokluğun, aşkla bağlı olduğu albertine’in yokluğunun yaşatacağı her duyguyu yaşıyor, bu duyguyla girişilebilecek tüm eylemlere girişiyor ve elbette sonradan bu duyguların, eylemlerin incelikli, derinlikli bir incelemesini sunuyor.
beklenmedik bir anda acıyla karşılaşmak, acıyı anlamaya çalışmak, bazen yüzleşme ve sonuna kadar acıyı yaşama-tüketme cesareti bazen kaçmak, acıdan kurtuluşun ya da tesellinin peşinde koşmak…bir kayıp-yas sürecinin tüm aşamalarından geçtikten sonra fiziksel olarak ayrı düştüğü albertine’den zihnen de kopuyor kahramanımız. bir süreç bitiyor, bir dönem kapanıyor hayatında ve sonra yeni bir dönem, nihayet kayıp zamanın izini süreceği dönem başlıyor.
proust romanın bir yerinde kahramanımızın gazeteye gönderdiği bir yazının yayımlanmaya değer bulunmadığı bilgisini verir bize. üstünde hiç durmaz ama,proust romanın bir yerinde kahramanımızın gazeteye gönderdiği bir yazının yayımlanmaya değer bulunmadığı bilgisini verir bize. üstünde hiç durmaz ama, tek cümle sadece, “…yayımlanmamış olduğunu öğrenmem için gazeteye şöyle bir göz gezdirmem yeterli oldu.� cümle biter, konu anında değişir. esas konu aşktır zira o anda, hatta bu romanın tamamında. aşktan devam eder. fakat proust bize verdiği tek cümlelik bilgiyle zamanda, “kayıp zamanda� hangi noktada, hangi konumda olduğunu/olduğumuzu göstermiştir: yazar olmak istediğini önceki ciltlerden bildiğimiz kahramanımız yazmaya başlamış, yazdıklarını yayımlatmak istemiştir ve fakat yazar olmasına çok zaman vardır hala. kahramanımızın yazar olabilmesi için aşkı, hikayesini o an anlatmakta olduğu aşkı, yaşaması gerekecektir. sanata-sanatçıya yaklaşımını ve hatta yüksek sosyete ilgisini “eğitim� olarak değerlendiren kahramanımız aşk eğitimini de tamamlamak zorundadır.
aşkı, kayıp zamanının izinde’nin bu bölümünde, kahramanımızın önce tercihlerini, alışkanlıklarını sonra da bağlı olduğu tüm hayat düzenini sarsan-bozan bir güç olarak görüyoruz öncelikle. kahramanımızın albertine aşkı sevgiden, arzudan doğmuyor. hayatta olduğu gibi zaman ve şartlar, olasılıklar ve rastlantılar tuhaf oyunlarını oynuyor, bir yol açılıyor, bir uç-bir hikaye için başlangıç ucu ve fakat buna rağmen aslında olmayacak-yürümeyecek hikaye kahramanımızın zihninde ilerlemeye başlıyor. zihninde, kahramanımızın zihninde aşkı başlatan duygu kıskançlık: kahramanımız daha önce tanışıp güzel-çekici bulmadığı, sıradan, basit bir kişiliği olduğunu düşündüğü ve şartların-konumların da etkisiyle hakimiyetine alabileceğini sandığı albertine’in kendisinin ulaşamayacağı bir hayatı olduğunu keşfeder, o hayata ulaşmaya çalıştıkça kıskançlığı büyür, kıskançlığı büyüdükçe�
kıskançlık, kıskançlıkla büyüyen aşk bir tutsaklık yaratır sonunda. tutsak eden olur, tutsak olan olur ve elbette bu roller birbirine karışır, değişir, tekrar tekrar-yeniden kurulur. uzun uzun okuruz bunları, aşk hikayesi böylece ilerler. aşk hikayesinin, aşkın, bizim binlerce sayfadır tanıdığımız kahramanımızın hiç bilmediğimiz “özelliklerini� ortaya çıkardığını görürüz önce, ardından bu özelliklerin çoğunun bildiğimiz kahramana hiç de uygun olmadığını-yakışmadığını. şüpheye düşeriz kahramanımız hakkında. aşkla değişmiş, başka biri olmuştur kahramanımız ya da tam tersi kendini bulmuştur, bilemeyiz. kendisi de bilemez, anlayamaz zaten. anlayacağı, anlatacağı zamandan çok uzaklardadır. ...more
kayıp zamanın izinde’nin dördüncü bölümü kahramanımızın tanık olduğu/gözetlediği bir eşcinsel yakınlaşma sahnesiyle başlıyor ve serinin genel yapısınakayıp zamanın izinde’nin dördüncü bölümü kahramanımızın tanık olduğu/gözetlediği bir eşcinsel yakınlaşma sahnesiyle başlıyor ve serinin genel yapısına bağlı olarak bu gözlemleri eşcinselliğe-eşcinsellere dair uzun bir söylev/deneme izliyor. sodom ve gomorra kıssası ve tabiatla ilişkilendirerek ileri sürdüğü bu bölümdeki tespitler/düşünceler, zamanının ötesine geçtiği tam olarak söylenemese de, üslup olarak canlı ve etkileyici. kahramanımız aynı zamanda anlatıcımız, yazarımız -ve büyük ölçüde proust- olduğuna göre bu bölümün hassasiyeti de anlaşılıyor elbette.
romanın diğer bir hassas izleği ise dreyfus olayı. serinin önceki bölümlerinde değinilmiş olsa da olay/dava bu bölümde çarpıcı bir hal alıyor. davanın dreyfus lehine döndüğü günleri okuyoruz. dava lehine dönerken, dreyfus’un yandaşlarının değil düşmanlarının artmasındaki çelişkiyi çok yönlü işliyor proust. tarafların adalete/hakka göre değil soylara/aidiyetlere göre belirlendiği ve ayrımların keskinleştiği bu dönemin avrupa’yı ve hatta dünyayı bekleyen kanlı/karanlık günlerin habercisi olduğunu gösteriyor.
eşcinsellik ve dreyfus davası dışında roman serinin üç ana temasını, yüksek sosyete-sanat-aşk, ilerletiyor/derinleştiriyor elbette. kahramanımız yüksek sosyete içinde daha deneyimli ve daha sağlam bir konuma sahip artık. salonlardan sunduğu portreler, manzaralar, zamanda ileri geri gidişlerle eklediği düşünceler daha canlı, daha güçlü. öte yandan yüksek sosyetede sağlamlaşan konumu kahramanımızın ve romanın sanatçı-sanat yanında bekleyişe-bekleyişin sürmesine sebep oluyor. kahramanımız görmede, duymada, yazarlığında ilerliyor, roman bu ilerlemeyi ressam-müzisyen-yazar karakterleri üzerinden veriyor. henüz yazmasa da yazarlık yolunda olduğunu görüyoruz kahramanımızın, kayıp zamanın izinde’nin oluşmaya başladığını görüyoruz. sosyete, sanat derken, aşk cephesindeki gelişmeler gösteriyor bunu bize elbette.
önceki bölümlerden aşinalığımıza rağmen meşhur albertine ile tanıştığımız bölüm bu bölüm aslında. çünkü kahramanımız da bu bölümde tanımaya başlıyor albertine’i. daha doğrusu albertine’e dair önceki izlenimlerini, hislerini, düşüncelerini sürekli silerek-değiştirerek-halden hale bürüyerek albertine’i yeniden ve tekrar tekrar yaratıyor kendisi için ve nihayetinde bir aşk çemberinin, hiç olmayacak bir aşk çemberinin içine hapsederek sabitliyor. aşkın ne olup olmadığı bir tarafa, bir insanın aşkı kendi içinde nasıl yarattığı, kendini nasıl aşık bir insan yaptığı var bu noktada ve elbette aşık bir insanın ne olduğu, ne olacağı. kayıp zamanın izinde’nin bu noktadan devam edeceği ya da yeniden başlayacağı anlaşılıyor....more
kayıp zamanın izinde'nin üçüncü kitabı guermantes tarafı serinin üç temasından "yüksek sosyete"ye odaklanıyor. kahramanımızın yüksek sosyeteye dahil okayıp zamanın izinde'nin üçüncü kitabı guermantes tarafı serinin üç temasından "yüksek sosyete"ye odaklanıyor. kahramanımızın yüksek sosyeteye dahil olma arzusu guermantes düşesi şahsında tutkuya dönüşüyor. önce küçük girişimler, sonuçsuz çabalar, hayal kırıklıkları, derken tam da umudunu yitirdiği bir anda kendini düşesin salonunda buluyor kahramanımız ve tabii biz uzun uzun, yüzlerce yüzlerce sayfa boyunca bu salona konuk oluyoruz.
serinin diğer kitaplarında olduğu gibi bir yanda olup bitenler, diğer yanda anlatıcı/yazar/kahramanımızın olup bitenle ilgili düşünceleri, yorumları var. bir yanda soylu insanları, onların geleneklerini, ritüellerini, birbiriyle ilişkilerini aşırı denebilecek detaylar ve uzunlukla anlatırken yorumlarında yazarın biz bugünün okurları gibi düşündüğünü görüyoruz bu çevre hakkında: anlamsız, boş, aptalca. kahramanımız nihayetinde hayal kırıklığına uğradığını da itiraf ediyor ve fakat bu kitap, belki de kayıp zamanın izinde’nin tamamı için önemli bir sonuca ulaşıyor: eğitim!
bu dar, boş, anlamsız çevrenin, bu yalan dünyanın kendisi için eğitici olduğunu anlıyor kahramanımız nihayetinde. büyümesi, gelişmesi, anlaması ve anlatması için önemli bir aşama ve bir fırsat. o ulaşılmaz sandığı davetlerin büyüsü kaybolduğunda kahramanımız anlıyor ki, bu çevre ancak başka türlü ve başka bir gözle bakılırsa anlamlı ve güzel: başka bir gözle, edebiyatçı gözüyle. bakmaya ve anlatmaya başlıyor sonra, çok sonra bir edebiyatçı olarak. biz de yüz yıl sonra bu sebeple okumuyor muyuz kayıp zamanın izinde’yi?..ne anlattığı değil, nasıl anlattığı için. başka bir bakışla, edebiyat bakışıyla anlatıldığı için, marcel anlattığı için....more
çiçek açmış genç kızların gölgesinde, birinci kitabın devamı sayılabilecek bir bölümle başlıyor ama daha ilk sayfalardan itibaren, bu kitabın daha rahçiçek açmış genç kızların gölgesinde, birinci kitabın devamı sayılabilecek bir bölümle başlıyor ama daha ilk sayfalardan itibaren, bu kitabın daha rahat okuduğunu ve daha kolay "anlaşıldığını" görüyoruz: cümlelerin daha kısa olması gibi önemsiz farklar var ancak işimizi kolaylaştıran asıl sebep ilk kitapta kayıp zamanın izinde'nin yapısını öğrenmiş olmamız. biraz da şaşırarak farkına varıyoruz ki bu yapı basit: kahramanımız işte çaya batıralan madlenle, uykuyla uyanıklık arası hallerle, zaten bizim de deneyimlediğimiz biçimde geçmişe dönüyor, hatırlamaktan öte bir şey bu, adını da koyabiliyoruz br ölçüde, istemdışı bellekle-bilinçle geçmişi canlanıyor sanki kahramanımızın ve biz de o canlı geçmişi okuyoruz. bununla birlikte içerik olarak da kolayca sınıflandırılabileceğini anlıyoruz romanın. üç tema hakim romana, kahramanımızın üç meselesi: yüksek sosyete, aşk ve sanat. üç tema üzerinde döne dolaşa ilerliyoruz. zorluk, bu üç tema üzerinden ulaşılan yoğunlukta. akıl almaz bir gözlem gücü, müthiş bir zeka-hayal gücü birlikteliği, incelik, incelikler üzerinden hayatı kavrayışta.
ilerledikçe basit yapının sağlamlığı, kusursuzluğu ortaya çıkıyor. devasa yükü-içeriği taşıyan, ağırlığı arttıkça büyüyüp genişleyen, tüm görkemi bütünlüğü içinde eriten ve yükselten bu yapı adım adım algımızı, okur algısını da yönetiyor, şekillendiriyor. önce zaman anlayışının derinliğini hissediyoruz. çiçek açmış genç kızların gölgesinde, bir geçmiş zaman romanının içinde olmadığımızı, hatıra okumadığımızı fark ettiriyor bize. "kayıp zaman"ın ne olduğunu anlıyoruz, arayışı anlamlandırabiliyoruz. nihayet bu ikinci kitapla okur olarak konumumuz da netleşiyor-kesinleşiyor artık. kayıp zamanın izinde adlı romanın yazılışının tanığı olarak yerimizi alıyoruz. ...more
ada ya da arzu, lolita ve solgun ateş’ten geçtikten sonra ulaşılacak zirve. nabokov’un başyapıtlarının başyapıtı bu anlamda ve aynı zamanda nabokov okada ya da arzu, lolita ve solgun ateş’ten geçtikten sonra ulaşılacak zirve. nabokov’un başyapıtlarının başyapıtı bu anlamda ve aynı zamanda nabokov okurluğunun da ustalığını şart koşuyor. ilk elli sayfa da böyle bir sınav var adeta: lolita’yı irkilerek, bir direnç oluşturarak mı okudunuz, burada kat kat fazlasıyla karşılaşacaksınız. solgun ateş’in aslında kolay okunan bir roman olduğunu düşüneceksiniz. sonrasında bitip tükensin istemeyeceğiniz ve zaten bitmeyecek, tükenmeyecek bir şölen başlayacak.
ada ya da arzu: zamana, aşka, çocukluğa, varoluşa dair bir roman. sadece bunu söylemek, nabokov’dan bunları okumak, okuyabilme düşüncesi bile büyük bir vaat değil mi zaten?
biz de zamanı düşünecek-hissedeceğiz, çocukluğumuzu hatırlayacağız, çocukluk aşkımızı, çocukluk mutluluğumuzu, gülümseyeceğiz, hüzünleneceğiz, sonra geleceğimiz, yaşlılığımız, ölümümüz düşecek aklımıza� hayır bunlar değil, en azından sadece böyle değil bu romanda. bu roman akıl almaz inceliğiyle, detaylarının çarpıcılığıyla, kendi dahil her şeyi parodiye dönüştüren alaycılığıyla, rengarenk ve çok sesli, çok dilli oluşuyla…büyülüyor diyelim ve romanın bittiği sözle bitirelim: �...ve daha neler neler…� ...more
kitap bir derleme, bütünlüklü bir değerlendirmesi yapılabilir mi bilmiyorum. çünkü kitaba adını veren öykü apayrı bir yerde duruyor. bir uç, bir zirvekitap bir derleme, bütünlüklü bir değerlendirmesi yapılabilir mi bilmiyorum. çünkü kitaba adını veren öykü apayrı bir yerde duruyor. bir uç, bir zirve. okuyup bitirdikten sonra yeni bir öyküye geçmedim günlerce. öykünün gücü-etkisi bir tarafa, sonraki öykülerin bu öykünün yanına bile yaklaşamayacağını düşünüyordum. imkansızdı bu. bir süre ara verdikten sonra gezinti’yi tekrar okudum, sonra bir kez daha okumaya karar verdim. bugüne kadar okuduğum en iyi öykülerden biri gezinti, birincisi belki de.
bu birincilik payesinin gerekçesi ne derseniz, şöyle bir şey söyleyebilirim genel olarak: gezinti çocuksu bir saflıkla keskin bir zekanın birlikteliğiyle oluşturulup biçimlendirilmiş. günlük hayatın içinden zamanına, zamanından tüm zamanlara ulaşan bir perspektife sahip. neredeyse her satırında müthiş bir inceliğin, inanılması güç bir duyarlılığın izleri var. mizah ve ironi eksik olmuyor diğer yandan. ölçü korunuyor, denge hep gözetiliyor. tüm bunların varlığının borçlu olduğu yazarlık gücü ve ustalığı var bir de elbette: yaklaşımda, dilde, üslupta...gezinti’yi okuduğunuzda kusursuza yakın bir metin okuduğunuzu düşünüyorsunuz.
genel övgü cümleleri altının doldurulmasına muhtaç tabii. ayrıca yazardan bahsetmek gerek. gezinti’deki kahramanı bir pencere kenarından şarkı söyleyen genç bir kızı duyduğunda “kahırdan ölmeyi andırıyordu bu,� diye yazan bir yazar çünkü robert walser. o yüzden walser okumaya ve okuduklarım hakkında yazabildiğim kadar yazmaya devam edeceğim diyerek bitireyim şimdilik. “kahırdan ölmeyi andırıyordu bu; belki de aşırı hassas bir sevinç, aşırı mutlu bir aşk ve hayat yüzünden ölmeyi ve fazla zengin ve güzel bir hayat hayali yüzünden yaşama becerisinden yoksun kalmayı andırıyordu; öyle ki, şefkat dolu, aşk ve mutluluktan taşan, varoluşu coşkuyla dolduran düşünce sanki bir bakıma kendi üzerine çullanıyor ve kendisinin altında kalıyordu.� ...more
ishiguro ortalama okur seviyesine edebiyatın zirvelerinde sayılan ve ulaşılmaz-anlaşılmaz görülen romanlarla boy ölçüşebilecek bir roman sunmuş. amacıishiguro ortalama okur seviyesine edebiyatın zirvelerinde sayılan ve ulaşılmaz-anlaşılmaz görülen romanlarla boy ölçüşebilecek bir roman sunmuş. amacı bu olmasa gerek ama üzerine kitaplar yazılabilecek, yazar adaylarına-yazarlara ders olarak okutulabilecek, romanın bugününe-geleceğine dair tezlere konu olabilecek bir roman olmuş avunamayanlar.
merak uyandıran hikaye-sade dil-akıcı anlatım şeklinde özetlenecek ortalama okur kriterleriyle muhteşem bir roman dünyası yaratılmış: kendi mantığına ve iç tutarlılığına sahip özel bir atmosfer, ustaca hazırlanmış bağlantılar, kırılma anları, kesişme noktaları, romanın dışına açılan kapılar ve hepsinden önemlisi geniş ama içinde kaybolmayacak şekilde tasarlanmış okur alanı.
okur alanında hem ciddiyetle ve ağır ağır hem de bir oyun duygusu ve keyifle ilerlenebiliyor. istenirse derinlere inilebiliyor, istenirse yüzeyden geçilebiliyor. farklı yönlere giden farklı yollar açık. romanı büyüten, devleştiren şey bu. okur alanı, okur özgürlüğü. okur mutluluğu....more
romanda bizzat bahsedildiği gibi klasik yazarlar öğretmek, romantik yazarlar anlaşılmak istiyor. üçüncü ihtimalde ise okurla yol arkadaşlığı talebi olromanda bizzat bahsedildiği gibi klasik yazarlar öğretmek, romantik yazarlar anlaşılmak istiyor. üçüncü ihtimalde ise okurla yol arkadaşlığı talebi olan yazarlar var. okur bu seçeneklerin hepsinde yazarla anlaşmak durumunda. yazar öğretiyorsa öğrenmeye çalışacak, yazar anlaşılmak istiyorsa anlamaya çalışacak, yol arkadaşlığı istiyorsa yazara arkadaş olacak. cortazar seksek'te okuru bu anlaşmasını bozmaya zorluyor. önce, daha romana başlamadan iki farklı okuma biçimi olduğunu belirtiyor, "öbür kitaplar gibi" bir kitap okumak isteyen okurlarla iddialı okurları ayırıyor. sonra sıçramalı anlatısıyla okurun karşısına dikiliyor adeta. okurun kendini hikayeye bırakmasına izin vermiyor.
yazar yazma coşkusuna kapılmıyorsa okur okuma keyfine dalmasın, yazar arıyorsa okur da arasın, düşünsün ve hatta bir noktadan sonra okur bu döngüden de yazardan da kurtulsun ve ne yapıyorsa, o noktadan sonra ne yapabiliyorsa yapsın. zor mu zor, karmaşık mı karmaşık ama sadece romanın dünyasının sorunu değil bu, okurun bizzat yaşadığı dünya da böyle. romanın biçim oyunları değil söz konusu olan, dünyanın parçalanmışlığı, insanın dağılmışlığı...seksek zamanındaki deneysel-devrimsel etkisi bir tarafa bugün bizler için de farklı, özel bir okuma deneyimi sunuyor bu sebeple, birçok sebeple. okunmalı. ...more
montano hastalığı, edebiyat ve hayat ya da daha çok edebiyat ya da hayat romanı. enrique vila-matas daha önce türkçede okuma fırsatı bulduğumuz dublinmontano hastalığı, edebiyat ve hayat ya da daha çok edebiyat ya da hayat romanı. enrique vila-matas daha önce türkçede okuma fırsatı bulduğumuz dublinesk'ten sonra bu romanda da edebiyatın vazgeçilmez sorgulama alanlarından birinin de edebiyat olduğunu gösteriyor.
varoluşundan bugüne biriktirdikleriyle edebiyat yazarlar için hem hammadde oluşturuyor, hem bir tür maya işlevi üstleniyor hem de yazarlar bu birikimle edebiyatın kendisini sorgulama donanımı kazanıyorlar. okurlar ise bu birikim içinde ilerledikçe-derinleştikçe güçlenen ikinci bir kimlikle edebiyat-hayat sorgulamasını yapıyorlar. montano hastalığının yazar kahramanı bu paralelde günlük-roman denebilecek türdeki eserini oluştururken birçok yazardan bahsedip birçok romandan ve yazar günlüğünden alıntılar yapıyor. okur olarak bu metinden alınacak keyif ise edebiyat birikimiyle orantılı doğal olarak. (bununla birlikte romanın okura daha önce okumadığı yazarlar ve eserleri için bir pencere açtığını da söylemek mümkün. somut bir örnek olarak kendi adıma zamanında yarım bıraktığım niteliksiz adam'a ve kafka'nın günlüklerine yeni bir ilgi uyandırdığını söyleyebilirim.)
edebiyat neye yarar?..hayatımızdaki anlamı nedir? edebiyatla neler kazanır, neler kaybederiz?..zaman zaman okur olarak düşündüğümüz bu sorular etrafında alıntılarla dönüp duran montano hastalığı'ndan alıntılarla bitirelim sözü:
"edebiyat her zaman hayatı anlamama olanak tanımıştır, ancak işte tam da bu yüzden beni hayatın dışında bırakmıştır."
"edebiyat tam da hayatı anlamamıza olanak tanıdığı için bizi hayatın dışında bırakır. zordur bu, ama bazen başımıza gelebilecek en iyi şeydir işte. okumak ve yazmak hayatın peşindedir fakat tam da hayata ve kendi arayışlarına fazlasıyla odaklandıklarından pekala hayatı ıskalayabilirler."
"edebiyat tam da hayatı anlamamıza olanak tanıdığı için bize gerek neler olabileceğinden gerekse neler olabileceğinden bahseder. bazen gerçekliğe, durmadan bize hayatın böyle olduğunu ve dünyanın şöyle düzenlendiğini ama başka şekilde de olabileceğini gösteren edebiyattan daha uzak bir şey yoktur. gerçek hayatla tarihin neleri bastırdığını gözler önüne sererek bizi asıl hayata döndürmeyi görev edinen edebiyattan daha yıkıcı bir şey yoktur."...more
romanın kahramanı yolculuğu sırasında karşılaştığı bir manzaranın güzelliğini ölçülü oluşuyla açıklıyor bir yerde. dingin bir manzaradır gördüğü, göz romanın kahramanı yolculuğu sırasında karşılaştığı bir manzaranın güzelliğini ölçülü oluşuyla açıklıyor bir yerde. dingin bir manzaradır gördüğü, göz alıcı değildir, çarpıcılıktan uzaktır ve tam olarak da bu sebeple güzeldir. manzara güzelliğinin, büyüklüğünün farkında gibidir kahramanın düşüncesine göre, bu güzelliği "avaz avaz haykırmaya" gerek duymaz. bu düşünceyi romanı en kısa yoldan anlatmak için kullanmak mümkün. günden kalanlar'ın güzelliği ölçülü oluşunda. büyüklüğü, güzelliğini göstermek için için haykırmamasında.
özellikle benim gibi ishiguro'ya daha önce ısınamamış okurları şaşırtacak bu gösterişsiz-büyük yapı içinde hem karakter özellikleri hem de bir anlatıcı olarak unutulmaz bir kahraman, okura hafızasında neredeyse paralel bir roman yazdıracak kadar alan bırakan eşsiz bir üslup, incelikli bir aşk ve şaşırtıcı bir toplumsal değişim hikayesi: saf edebiyat....more
on bir yıl aradan sonra, önceki iki romanı kadar sevilmeyecek ama onları aşan bir romanla dönmüş foer. yirmili yaşlarının başında eşi az görülen övgülon bir yıl aradan sonra, önceki iki romanı kadar sevilmeyecek ama onları aşan bir romanla dönmüş foer. yirmili yaşlarının başında eşi az görülen övgülere mazhar olan, her yıla bir "her şey aydınlandı" ya da "aşırı gürültülü ve inanılmaz yakın" sığdıracak kadar üretken, yaratıcı, zeki, dahi "görünen" yazarın esaslı ve güzel dönüşümü bu.
on bir yıl susan bir yazarın karşımıza o on bir yılın yükünü çıkarması şaşırtıcı değil. yine de yayınevi yazarın bu sürede uzun süren evliliğini bitirdiğini belirtmiş. foer, buradayım en kişisel romanım demiş. evliliğe, anne-baba olmaya, aile olmaya ve ailenin dağılışına dair okuyacaksınız, bunları bilin der gibi. aile dağılırken ve sonrasındaki sorular-sorgular dönemi yüzlerce sayfa uzayıp giderken bilin. mesela 11 eylül'ü anlatan bir hikayenin sadece sürprizli sonuyla büyülenmeyeceksiniz de 11 eylül'ü düşüneceksiniz gibi. buradayım bir sonun/sonucun değil, bir sürecin romanı ve hayata yaklaştırılan her büyük roman gibi beğenmesi -beş puan vermesi- zor olacak, bilin.
insanın yuvası var mıdır, varsa neresidir: romanın temel sorusu bu. foer hem aile hem vatan üzerinden soruyor bu soruyu. ("yuvası olmayan bir insan olmadığı gibi, yuvası olmayan bir halk da halk değildir."?) bir yahudi ailesi dağılma sürecindeyken ortadoğuda bir savaş çıkıyor ve israil yok olma noktasına geliyor. böylesine büyük bir kriz ortamında varlık, kimlik, aidiyet sorunları elle tutulup gözle görülür bir hal alıyor elbette. anlatı bu büyük kriz içinde şekilleniyor. (ortadoğu savaşı kısmı romanın yumuşak karnı ve dağılan aile-yıkılan ülke bağlamında okumak en doğrusu. siyasileşmemesi mümkün değil fakat roman kimlik-adiyet meselesinde bir çerçeveyi de kendiliğinden çiziyor.)
foer, örneğin franzen gibi, günümüz amerikan ailesi romanı yazmak istemiyor. foer'in hem ateist-yahudi, vatan olmayan devlet gibi hassasiyetleri var hem de ailenin, ülkenin üstünde bir noktaya ulaşmak istiyor ve hatta o noktadan bakarak anlatmayı amaç ediniyor. boşanma meselesi küçülüyor, israil'in varlığı önemsizleşiyor bir noktada. süreç ilerliyor, zaman akıyor, hayatın, yaşıyor olmanın büyük, belirsiz, muhtemelen anlamsız meselesi kalıyor geride. bütün bunlar ne için? ne için buradayız? oğlunu kurban etmesi için tanrı seslendiğinde de oğlu korkuyla yalvardığında da tüm varlığını ortaya koyarak "buradayım" derken hz. ibrahim, bizim "buradayım" diyeceğimiz kim? kimin için yaşarız biz, kimin için ölürüz?
foer'in anlatıcı gücünden ayrıca bahsetmeye gerek yok. aileyi özellikle diyaloglarla anlatması, diyalogların anlamı-anlamsızlığı-saçmalığı, acıdan doğan tuhaf bir mizah, iç içe geçen sadelikle karmaşa...bunlar tamam ama asıl dikkat çeken foer'in bu romana özgü dertleşmeyi andıran satırları. "dahi" foer'in aklını değil kalbini okuyoruz zaman zaman. edebiyata değil de hayata dair bir şey: çok sevdiğini çok iyi anladığımız eşinden ayrılışını düşünüyorsunuz ister istemez, çocuğunu, çocukları ve varsa kendi evliliğinizi, çocuklarınızı ya da anne babanızı. sevginin yetmeyişi, sevginin hatta her şeyi mahvettiğini anlamakla hissedilen büyük hüzün, kızgınlık, kırgınlık.
ben, foer'in diğer romanlarından çaldığım puanlarla tamamlıyorum, çok sevdiğim buradayım'ın puanını ama herkese önermiyorum. bunun yerine en azından bu satırları okuyan herkes için romandan bir alıntı bırakıyorum:
" 'yakınlık,' dedi cemaati bakışlarıyla tarayarak. 'yakın olmak kolaydır ama yakın kalmak olanaksız denecek denli zordur. arkadaşlarınızı düşünün. hobilerinizi. hatta fikirlerinizi. hepsi bize yakın -bazen öyle yakınlar ki onları bizden bir parça sanıyoruz- ve sonra bir noktada, artık yakın olmadıklarını fark ediyoruz. uzaklaşıyorlar bizden. bir şeyin zaman içinde bizden uzaklaşmamasını sağlamanın tek yolu vardır; onu yerinde tutmak. onunla mücadele etmek. yakup'un meleğe yaptığı gibi onu yere devirmek ve bırakmayı reddetmek. güreşmediğimiz şeyi bırakıyoruz demektir. sevgi mücadeleyi bırakmak değildir. sevgi mücadeledir.' "...more
mo yan 43 günde ve elle yazmış bu dev romanı. kendi hesabıyla 43 günde el yazısıyla 430.000 sözcük. türkçede karşılığı 928 sayfa, dile kolay. romanı omo yan 43 günde ve elle yazmış bu dev romanı. kendi hesabıyla 43 günde el yazısıyla 430.000 sözcük. türkçede karşılığı 928 sayfa, dile kolay. romanı okumayanlar için akıl almaz bir şey bu. daha doğrusu, böyle yazılan bir metnin edebi değeri olabileceğini düşünmek zor. ama romanı okuduktan sonra nasıl yazıldığını öğrenmek hiç şaşırtmıyor. tam tersine romana çok uygun olduğunu ve bu romanın ancak böyle yazılabileceğini düşünüyorsunuz.
günümüzde kısacık bir roman için yıllarca çalıştığını, biraz da bununla övünüp dahası övgü bekleyerek açıklayan yazarlara alışkınken mo yan alçakgönüllükükle açıklıyor duruşunu. "çalakalem yazıyor" türünden eleştirilere hafif kızgın, o kadar. daha iyi-daha kötü, daha doğru-daha yanlış gibi bir durum yok zaten burada. iki uçtan, iki kutuptan bahsedilebilir ancak. birinde kaba tabirle "edebiyatçıların/sanatçıların" olduğunu söyleyebiliriz diğer tarafta ise hikayecilerin.
mo yan bir hikayeci. mükemmel bir hikayeci hem de. yaşam ve ölüm yorgunu'nu okurken ne kadar iştahla yazdığını/anlattığını ve hatta o iştahın arkasındaki tutkuyu, aşkı hissedebiliyorsunuz. mo yan farklı biçimler deniyor, anlatıcılarını-bakış açılarını değiştiriyor, kaba bir dille şiirsellik arasında gidip geliyor, bazen akla bazen duygulara sesleniyor, mizahı-ironiyi ustalıkla kullanıyor ama bunların hepsini hikayesi için, hikayenin hakkıyla anlatılması için yapıyor. daha doğrusu, hikaye biçimini seçiyor. köpek anlatacaksa köpek anlatıyor hikayeyi, şiir olması gerekiyorsa şiir yazılıyor. güldürmek istiyorsa güldürüyor, ağlatmak istiyorsa ağlatıyor hikayeci. aslolan hikaye olduğundan ve hikayeyi mükemmel bir hikayeci anlattığından biçim/kurgu doğallıkla, neredeyse kendiliğinden oluşuyor. bu böyle olmasa yaşam ve ölüm yorgunu'nun sadece kurgusu için yıllarca uğraşması gerekir yazarın.
mo yan mükemmel bir hikayeci. hikayeciliğiyle yakalayamayacağı okur yok ve mo yan yaşam ve ölüm yorgunu'nda hikaye okumanın tüm hazzını, yaşattığı tüm duyguları okura sunuyor. çin, tarihiyle, kültürüyle, insanıyla uzak mı size? yaşam ve ölüm yorgunu öyle olmadığını hissettiriyor. toprak reformunu, kültür devrimini, toplumsal değişimleri, dönüşümleri bildiğinizi mi düşünüyorsunuz? yaşam ve ölüm yorgunu bilmediğinizi gösteriyor. hissetmek, görmek için 928 sayfa okumaya değmez mi? ...more