Bir cinayeti, o cinayetin öncesini ve sonrasını bilen farklı anlatıcıların bakış açısından anlatmak çok iyi bir fikir. Kasırga Mevsimi, bunu çok da güBir cinayeti, o cinayetin öncesini ve sonrasını bilen farklı anlatıcıların bakış açısından anlatmak çok iyi bir fikir. Kasırga Mevsimi, bunu çok da güzel yapıyor. Okuru, bölüm boyunca tek bir paragrafla, yer yer tek bir cümlenin bir iki sayfa boyunca devam ettiği bir dille sarıp sarmalıyor. Normalde boğucu ya da yorucu olabilecek bu anlatım biçimi, başta zorlayıp alıştıkça kitabın dünyasına girmeyi kolaylaştırıyor.
Diğer yandan konusu nedeniyle kitabı okumak bazen zorlaşıyor. Zira cinsellik, istismar, ölüm ve şiddet temaları kitabı biçimlendirenler arasında. Özellikle VI'ncı bölümde anlatıyı devralan anlatıcının homofobikliği baya zorluyor. Neredeyse tüm karakterleri sarsıp kendine getirmek istesem de biraz geriye çekilince meselenin olayların geçtiği köyde, köyün konumunda düğümlendiği de görülüyor. Bazı açılardan suç karakterlerin değil, koşulların denebilir. Çünkü köyün her zaman en çok gelir getiren kaynaklardan biri olan petrol kuyularına yakın olması koşulları belirliyor. Karakterler, varlık içinde yokluğa mahkum edildiği için kitap gerçekliğini bunun üzerine kuruyor.
Anlatım biçimi okuru sarmalıyor dedim ama bu sert, mudanasız bir dili olduğunu da değiştirmiyor. Yazarın dili, ülkesi Meksika'yı bütün çıplaklığıyla dışa vuruyor sanki. Bu açıdan epigrafta kullanılan Jorge Ibargüengoitia cümlesi de büyük bir anlam kazanıyor: "Burada anlatılanlardan bazıları gerçektir. Bütün karakterler hayal ürünüdür."
NOT: Kitabın ikinci baskısı yapılmadan önce mutlaka yeniden okunarak ilk baskıdaki hatalar düzeltilmeli. Zira bazı yerlerde karakter isimlerindeki typolar başta olmak üzere, gözüme çarpan pek çok okumayı zorlaştıran yazım yanlışı var....more
Bir kitabı iş sebebiyle okumak keyfinden çalabiliyor ancak Gündüz Şeytanları'nda böyle olmadı.
Sonomura, bir sabah çalan telefonu açtığında bir cinayeBir kitabı iş sebebiyle okumak keyfinden çalabiliyor ancak Gündüz Şeytanları'nda böyle olmadı.
Sonomura, bir sabah çalan telefonu açtığında bir cinayet anını izlemeye davet edilir. Yazar olmasının getirdiği doğal refleksle hikâyenin peşine düşer. Diğer yandan onu arayan arkadaşı Takahaşi'nin akli durumundan endişe ettiği için de yanında olmak ister. Yani bir insanın bir cinayetin işlenişine şahit olma isteği de izleme teklifi de normal sayılamaz, değil mi? Bu yüzden Sonomura'nın şüpheyle yaklaşması anlaşılır. Merakı ve dostuna eşlik etmek isteyecek biri olmasının yanı sıra; yakalanmak ya da cinayet mahalini bulamamanın yaratabileceği gerilim de caziptir. Röntgencilik içinde doğası gereği heyecan barındırır.
Okurun bu kitabı bir solukta okumasını sağlayan belki de karakterlerden bir adım ötede olma isteğidir. Türüne polisiye demek doğru olmayabilir. Zira başından itibaren cinayetin failleri bellidir. Peki ya o zaman nedir okurun okumaya devam etmesini sağlayan? Tanizaki'nin yüz yılı aşkın bir zaman önce yazdığı Gündüz Şeytanları'nı bitirdiğimde bu sorunun cevabını yazarın diğer kitaplarını da okuyarak bulabileceğime çoktan karar vermiştim....more
Romanın ana karakteri Haşmet, çocukluk yıllarının iz bırakan beldesine dönüyor. Anlatıcıya göre, küçük yerlerde birinin ölümü boşluk yaratır. Oysa şehRomanın ana karakteri Haşmet, çocukluk yıllarının iz bırakan beldesine dönüyor. Anlatıcıya göre, küçük yerlerde birinin ölümü boşluk yaratır. Oysa şehirler boşlukları doldurmayı amaçlar. Haşmet, bir yakınının ölümü üzerine çocukluğunun iz bırakan beldesine döndüğünde, hem kaybının yarattığı boşluğu hem de geçmişini nasıl hatırladığı üzerinden hayatındaki boşluğu doldurmaya çalışıyor. Kim olduğuna dair sorgulaması, yaptığı işten hayatına girmiş kadınlara, geçmişte aralarında yer edinemediği akranlarına karşı neler hissettiğinden seçilmiş yalnızlığa uzanıyor.
Kenet'in en çarpıcı yanı, akran zorbalığının çete içindeki güç dinamiklerini temelinden sarsabilmesiydi bana kalırsa. Dışarıdan gelenlerin dengesini bozduğu beldede dayanışma kadar gizli düşmanlıklar da vardı çünkü. En görmezden gelineni de çocuklar arasındaki gerilimdi. Okuyucunun Haşmet karakteriyle bağ kurabilmesi için bu gerilimden yararlanılması çok iyi olmuş bence. Kitabı daha iyi olmaktan alıkoyan şeyler ise anlatıda tekrara düşülmesi ve Haşmet ile Bahattin karakterlerini özgün hâle getirmeye çalışırken edebiyattan verilen örneklerin klişe olmasıydı. Dolayısıyla karakterlerin derinmiş izlenimi yaratıp aslında yüzeysel olduğunu düşünüyorum....more
Uçucu Kül'e başlarken çok seveceğimi düşünüyordum ama öyle olmadı. Dağınık ve kafa karıştırıcı olduğunu düşündüm bitirdiğimde. İlk sayfalarda anlatıcıUçucu Kül'e başlarken çok seveceğimi düşünüyordum ama öyle olmadı. Dağınık ve kafa karıştırıcı olduğunu düşündüm bitirdiğimde. İlk sayfalarda anlatıcı da olan ana karakter Josefa, kendi hikâyesini nelerin üzerine inşa ettiğinden bahsederken çok etkileyiciydi. Belki de sorun, birinci tekil anlatıcının yerini apansız alan tanrı anlatıcının ana karakterden okuru uzaklaştırdığı 104. sayfada başladı. Okumaya devam ettim ama kendimden de şüpheye düştüm. Çeviri, düzenleme ve son okuma aşamalarında böyle bir hatanın fark edilmediğini düşünmek bile istemiyorum. Belki de yazar, okurla ana karakterinin arasına mesafe koymak istemiştir ama bunu yapmanın sırası ve yolu bu muydu gerçekten?
Diğer yandan Josefa düşüncelerini özgürce ifade etmek isteyen, bu ifade edişin bedelini de ödemek zorunda kalan biri. Komünizmle yönetilen bir ülkede yaşama deneyimim olmadığı için bazı eleştirilerini anlamakta zorlandım. İdeolojisinden bağımsız totaliterleşen bir devletin Strutzer gibi karakterler üzerinden aktarılmasını ise zekice buldum. Zira ideolojilerin varlığını, onların kötü yönlerini bile savunanlar sayesinde sürdürdüğünü bir defa daha gördüm. Josefa ile Strutzer arasındaki gerilimin defalarca karşımıza çıkışından doğan çatışmanın gerekliliğini anlamakla birlikte, partinin iç işleyişinde kafamı karıştıran şeyler oldu. Belki de yazar bu kitabın artık Doğu Almanya'nın esamesinin okunmadığı 2024 yılında okunacağını tahmin etmemiştir.
Josefa toplumda çok fazla rolü olan bir karakter: Gazeteci, anne, sevgili, parti üyesi, arkadaş gibi gibi. Sevgililik ve arkadaşlık rolünün kesiştiği noktada ortaya çıkan aks, Josefa'nın ruh haline ilişkin detaylar sunsa da bir noktadan sonra anlamakta zorlandığım bir noktaya evrildi. Tıpkı annelik rolüyle ilişkisinin varla yok arası bir yere konumlanmasının beni zorlaması gibi. Elbette bir insanı insan yapan şeyler bu rollerin tamamı bir araya geldiğinde oluşturduğu bütün. Fakat kitabın yapmaya çalıştığı şeyi görüp benimseyemediğim anlar fazlaydı. Bunu en çok da yorumumun en başında bahsettiğim anlatıcı değişimine bağlıyorum.
"Alışkın olduğu iletişim düzleminden ayrılmaktan, kendisine yabancı bir değerler sistemine maruz kalmaktan, ataerkil ya da tutucu ahlak vaazları dinlemekten, bunları Christian'la tartıştığı gibi tartışamamaktan korkmuştu. Belki de, kendine bile itiraf edemediği sınıfsal bir önyargıdan, hatta sınıf engelinden başka bir şey değildi bu. Yataklara da egemen olmayan bir egemen sınıf olmuş muydu hiç?" (sayfa 157) ...more
Bilinmeyen Sular'ı ilk çıktığı dönemde okumadığım için kendime biraz kızgın olduğumu söyleyerek başlayayım. Zira kitabı Mevsim Hanımın üslubunu sevdiğBilinmeyen Sular'ı ilk çıktığı dönemde okumadığım için kendime biraz kızgın olduğumu söyleyerek başlayayım. Zira kitabı Mevsim Hanımın üslubunu sevdiğim için yakın zamanda katıldığı "Pandoranın Merakı" programını izledikten, "Elim Kalem de Tutar Kadeh de" podcast bölümünü dinledikten sonra ertelemekten vazgeçerek okudum. Böylece Bilinmeyen Sular'daki öykülerin ortaya çıkış süreçlerine ve yazarının öykülere yaklaşımına dair bolca fikrim oldu. Aslında bundan şikayetçi değilim ama etki altında kalmadım dersem de yalan söylemiş olurum.
İlk kitabın atmosferinden kesinlikle farklı Bilinmeyen Sular'ınki. Biraz daha kasvetli. Belki de hayatta kendine bir yer bulmaya çalışmak ve aidiyet meselesinin etrafında dolanmak mizah unsurlarını ilk kitabındaki kadar yoğun kullanmasını engelleyen bir şeydir, kim bilir! Tüm öyküler insanı bir yerinden yakalayıp içine alıyor. Duru, öykünün sonuna nasıl geldiğimi anlayamamama neden olan akıcı bir dil söz konusu olan.
Kişisel favorilerimin Yamaç ve Göründüğünden Daha Uzak öyküleri olduğunu, onların içimde apayrı bir yere dokunduğunu söyleyerek ayrım gözetebilirim yine de....more
2013 yılında Yüzyıllık Yalnızlık'ı rüyamda gördüm. Etkisi altındayken kitapçıya gidip almama rağmen, okumak için on bir sene bekleyeceğimi nereden bil2013 yılında Yüzyıllık Yalnızlık'ı rüyamda gördüm. Etkisi altındayken kitapçıya gidip almama rağmen, okumak için on bir sene bekleyeceğimi nereden bilebilirdim? Büyük ihtimalle ismi kulağıma bir yerde çalındığı ve çok hoşuma gittiği için bilinçaltıma, bilinçaltımdan da rüyama sızıveren kitabı okumayı deneyip vazgeçtiğimi de sanmıyorum üstelik. Basbayağı bu kitabı alıp kitaplığımın rafına koymak tatmin etmiş olmalı demek beni. (Peki ya, Márquez romanını yazarken bu kadar çok okunacağını, okurunu böylesine büyüleyip avcunun içine alacağını tahmin ediyor muydu? Kim bilir!)
İlk satırdan uzun bir yolculuğa hazırlıklı olmak gerektiğini hissettiren, ilk sayfanın sonlarına gelirken masalsı bir dille karşı karşıya olunduğunu sezdiren, ilk bölüm sonlandığında dimağımda daha önce okuduğum bütün büyük kitaplarda hissettiğime benzer bir tat bırakan bu roman, hiçbir şeyi ve her şeyi bir arada anlatma kudretine sahip. Gücünün kaynağı da bu bana kalırsa. İlhamını Márquez'in doğduğu kasabadan alsa da roman gerçekliğinde kendine has bir biçimde ete kemiğe bürünen Macondo'nun "dünyanın çiçeğinin burnunda" olduğu zamanlarda nasıl bir yer olduğunu anlamamız ailenin özüne dair bir şeyler söylüyor muhakkak. Bir nevi vicdan azabı ile suçluluk duygusundan kaçabilmek için kurulan Macondo, karakterlerin nereye giderlerse gitsinler illa ki döndükleri bir cazibe merkezi aynı zamanda. Ailenin hayatında, dolayısıyla anlatıda gitmelerin ve dönmelerin ne büyük önemi olduğu inkâr edilemez durumda.
Bir an durup karakterler ya da romana eşlik eden olaylar hakkında 1967'den -yani romanın yayımlandığı yıldan- beri söylenmemiş bir şey söylemem mümkün mü diye düşündüm. Cevabım hem evet hem hayır oldu. Zira herkese bir başka tarafından dokunması ve bana dokunduğu yeri bir başkasının henüz dile getirmemiş olması pekâla mümkün. Ayrıca daha önce söylenmiş olanı tekrarlamakta nasıl bir yanlışlık olabilir? Farklı olanı aramak yerine ortaklıklara tutunmak daha anlamlı konu edebiyat olduğunda. Mesela Ursula bu kitaptaki en sevdiğim karakter. İmkânım olsa Pilar Ternara'ya fal baktırmak isterim ayrıca. Böylece aurasını gözlerimle görebilir, nasıl koktuğunu öğrenebilirdim. Ailenin ücüncü kuşağı için iki kardeşe de birer evlat veren, soyun devamını sağladığı gibi, birçok kritik ana da eşlik eden bu kadını merak etmemek benim için mümkün değil!
Jose Arcadio'nun tehlikeyi sezdiği ilk andan itibaren siyaseti kasabanın dışında bırakma çabası boşuna değildi. Kendi kendine yetecek kadar az hanenin olduğu kasaba, neredeyse bağlı olduğu ülke coğrafyasından da bağımsızdı o günlerde. Ancak önce siyaset, sonra din, ardından savaş, kapitalizm, kalabalık ve sanayi devrimine işaret eden trenle birlikte birçok şey değişti. Karakterler yaşlandı, kuşaklar değişti, olaylar kendini tekrarladı ama karakterler tekrarlayan isimlerine ve yazgılarına rağmen kitabın kapağını kapattıktan sonra bile bir biçimde kendine has bazı özellikleriyle aklımda kalmayı başardı. Örneğin, Albay'ın Aureliano isimli on yedi oğlunun talihsiz ölümlerinin zihnimde yarattığı infiali unutmam mümkün değil!
Böyle zengin, üzerine konuşabileceğim şeylerin bitmesi günler sürebilecek canımıniçi kitaba alıntıyla veda edeyim: "'Burada bir çelişki var,' dedi. 'Bu değişiklikler yararlı ve yerinde ise, o zaman Muhafazakâr rejim de iyi demektir. Dediğiniz gibi, savaşın halka dayanan tabanını bu değişikliklerle genişleteceksek, Muhafazakâr rejim geniş bir halk temeline dayanıyor demektir. Sözün kısası, demek oluyor ki, biz yirmi yıla yakın süredir halkın duygularına karşı savaşmışız.'" (sayfa 192)...more
Anne olduktan sonra kadınların erkeklerle ilişkilenme biçimi değişir diye umuyor insan. Oysa dalgalı bir deniz gibi zaman zaman çalkalanmasına zaman zAnne olduktan sonra kadınların erkeklerle ilişkilenme biçimi değişir diye umuyor insan. Oysa dalgalı bir deniz gibi zaman zaman çalkalanmasına zaman zaman ise durulmasına rağmen derinlikli ve anlaşılması zor olan anne-oğul ilişkilerinden kaçınılamıyor anlaşılan.
Édouard'ın annesiyle arasındaki dinamiğe tuttuğu mercek, önce ondan utanmasından korktuğu için kendisini annesinden gizleyen bir evlada odaklanıyor; daha sonra ondan utanıldığı için uzaklaşılan bir annenin hikâyesiyle okuru sarsıyor. Aile içinde babanın anneye, annenin çocuklarına, çocuklardan büyük olanın küçüğe uyguladığı şiddet gün gelip yönünü ve biçimini değiştirerek bu hikâyenin manzarasını oluşturuyor.
Fakirlikten sefalete geçilen yıllarda acımasızlığın dozu artarken bir zamanlar yedi kişiye yuva(?) olan ev, yavaş yavaş terk ediliyor. Édouard'ın annesi Monique'in kavgası yerini dönüşüme bıraksa da şu soru içimde bir yeri dürtmeye devam ediyor: "Değişim, sınıf şiddetiyle bu raddede sınırlandırıldığı takdirde bile değişim midir?" (sayfa 77)...more
Japon kültürüne ve edebiyatına yabancı olduğum gibi, senelerdir polisiye de okumuyorum. Dolayısıyla bu kitap son okumasını yapmam için bana ulaştığındJapon kültürüne ve edebiyatına yabancı olduğum gibi, senelerdir polisiye de okumuyorum. Dolayısıyla bu kitap son okumasını yapmam için bana ulaştığında başta bocaladım. Önce karakterlerin isimlerine, ardından Japon mimarisinin anlatıdaki yerine ve son olarak da polisiye türüne ait kavramlara alıştım. İyi yazılmış bir polisiyenin insanda uyandırdığı “bu madalyonun bir de diğer yüzü var� duygusunu özlediğimi de bu sırada fark ettim.
İçiyanagi ailesi, ailenin efendisinin düğününe hazırlanırken muhitlerine bir yabancı geliyor. Üç parmaklı adam diye tarif edilen bu kişi, kaçınılmaz biçimde birkaç gün sonra yaşanacak cinayetin potansiyel failine dönüşüyor. Ne var ki Kosuke Kindaichi’nin cinayeri haber alıp bölgeye gelmesiyle aile içi karmaşa ve gizli kalan sırlar bir bir ortaya dökülüyor.
Hikâyenin polisiyeyle ilişkili alt metni, katmanlı ve kapsamlı biçimde sunulsa da yazıldığı dönemin izlerini taşıyan geleneksel yaklaşımından hoşlanmadığımı söyleyebilirim. Neredeyse hiç soru işareti bırakmasa da etki de bırakmadı bende. Üstelik bazen okurla konuşmayı tercih eden anlatıcıdan da pek hoşlanmadım.
“Dünyada böylesi bir yeteneği olan insanlar çoktur. Bizzat başrolü üstlenip hikâyeyi yazamazlar ama başkasının yazdığı özeti geliştirip, süsleyip, tavsiye vererek ilginç bir şeye dönüştürürler. Böyle işlere karşı esrarengiz bir yatkınlığı olan insanlar vardır..." (sayfa 161) ...more
Yakın zamanda ormana yakın bir alanda kamp yaptım. Havanın kararmasına yakın kurduk çadırları, buna rağmen etraf arı vızıltılarıyla doluydu. Saat ilerYakın zamanda ormana yakın bir alanda kamp yaptım. Havanın kararmasına yakın kurduk çadırları, buna rağmen etraf arı vızıltılarıyla doluydu. Saat ilerlesin de bir an evvel ortadan kaybolsunlar istedim. Tedirginleştim. Bir sonraki gün kamp alanını işleten kişinin arazinin ileriki bölümünde arıcılık yaptığını öğrendim. Arılar bir iki günlüğüne oraya gelen benden ve arkadaşlarımdan daha oralıydı. Dağdan gelenin bağdakini kovmak istemesinin yaygınlığını, tam da o sırada Soğuk Deri’yi okuduğum için fark edebildim. İnsan ne de kolay düşman algılıyordu yabancı bir canlıyı...
İrlandalı bir yetim olan ana karakter, İrlanda iç savaşından ve askerlikten kaçmak için Antartika yakınlarındaki “kuş uçmaz kervan geçmez� bir adaya meteoroloji uzmanı olarak geldiğinde kaçtığı savaşın küçük ölçekli bir kopyasının onu beklediğinden habersiz elbette. Hikâye karakterin adayı ve adada olanları keşfetmesiyle açılıyor, katmanlanıyor. Nefret ettiği birini müttefiği olarak görmeye başlayabildiği gibi, düşman bildiklerine sempatiyle de yaklaşabiliyor. Okur da anlatıcıyla beraber yabancı düşmanlığına, köleleştirmeye, düşmanın kim olduğu sorusuna ve kilometrelerce uzakta da olunsa savaşın yankılarından kaçınılamayacağına şahit oluyor.
Avrupa’da faşizmin sesini gürce duyurduğu Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde geçen roman, az karakterli dünyasını birinci tekil kişi anlatımının üzerine inşa ediyor. Anlatıcının dengesiz ruh hali güvenilirliğine dair kuşku uyandırsa da sorduğu sorular günbegün artan faşizmi anlamak açısından çok kıymetli. Üstelik hayatın döngüselliğini hatırlatarak açtığı parantezi kapatmayı ihmal etmiyor. Her sorunun muhakkak cevaplanması gerektiğine dair yerleşik inançla arasının iyi olmadığını da eklemeliyim.
“Geçmişimize bakarak geleceğimizi kestirmeye çalıştığımız anlar vardır. İnsan ücra yerde bir kayanın üstünde oturur ve büyük bozgunların dökümü geçmiş ile koyu bir karanlıktan ibaret gelecek arasında uyum yakalamaya çabalar. Bu anlamda zamanın, tefekkürün ve uzaklığın bir araya geldiğinde mucizeler yaratacağına inanıyordum. Beni bu adaya getiren sadece buydu.� (sayfa 20)...more
2008'de Nicolas Truong'un aşk hakkındaki sorularını yanıtlayan Alain Badiou, "risksiz aşk" arayışının aşkın doğasına ters olduğundan söz ediyor. Yıl 22008'de Nicolas Truong'un aşk hakkındaki sorularını yanıtlayan Alain Badiou, "risksiz aşk" arayışının aşkın doğasına ters olduğundan söz ediyor. Yıl 2024 ve ben bu tespite sonuna kadar katılıyorum. O zaman için ilişki siteleri, bugün için dating app'ler elimizdeki reçetelere uygun insanlarla tanışmanın birer aracı. Oysa Badiou'nun bu oldukça kapsamlı ve bütünlüklü eserinde bahsettiği gibi, "İkinin sahnesi" hem farklara rağmen hem de farklar sayesinde inşa edilmesi gereken bir şey. İnsan benzerini aradığı ve ona ihtiyaç duyduğu için risksizliğin peşinde. Oysa aşkın kolaycı bir şey olmadığı kesin.
Evet, aşk süreyle ilişkili olarak inşa edilen bir şey filozofa göre. Bana göre de böyle ama Badiou kadar iyi ifade edebileceğimden emin değilim bu görüşümü. Doğası gereği taraflardan yaratıcılık, emek, inat ve sabır bekleyen aşk; sanatla ve siyasetle ilişkisi çerçevesinde düşünüldüğünde yeni tartışma alanlarının ortaya çıkmasıysa elbette ki kaçınılmaz.
Aşkı anlamak, aşk üzerine düşünmek ve aşka inancını tazelemek isteyenler için çarpıcı olduğu kadar gerçekçi de bir kitap Aşka Övgü. Son olarak, benim gibi bir ilişkinin başlarında hayatınıza aldığınız kişiyle birlikte okursanız alacağınız keyfin artacağını da ekleyeyim.
"Burada 'komünist' sözcüğüyle birlikte yaşamayı bencillikten, ortaklaşa işi özel çıkardan üstün tutan her türlü oluşumu kastediyorum. Yeri gelmişken söyleyeyim, benim gibi bir aşkın gerçek konusunun bireylerin tatmin olması değil, çiftlerin oluşması olduğunu kabul ederseniz, bu anlamda aşk komünisttir. İşte size bir olası aşk tanımı daha: En küçük komünizm." (sayfa 62)...more
Sessizlik Oteli'ni bir kitapçının rafından çeker ve arka kapağını okursanız ne çarpıcı bir konusu var diye düşünür, üstelik kitapta anlatılan her şeyeSessizlik Oteli'ni bir kitapçının rafından çeker ve arka kapağını okursanız ne çarpıcı bir konusu var diye düşünür, üstelik kitapta anlatılan her şeye daha okumadan hakimmişsiniz gibi hissedersiniz muhtemelen. Benim için öyle oldu en azından. Okumayı erteledikçe ertelemem de bu yüzdendi.
Eşiyle ayrılan, annesinin demansı giderek ilerleyen, kızının biyolojik babası olmadığını öğrenen orta yaşlarında bir erkeğin, yanına alet çantasını alarak savaş sonrası ateşkes dönemini yaşayan bir ülkeye ölmek niyetiyle gitmesi hayli ilginç. Ancak arka kapak yazısında belirtilen bu detaylarla kitabın bütününe hakim olduğumu düşünmek bir yanılgıymış. Yaralar, tarih, savaş, erkeklik, onarma, başlangıç, işe yarama, amaç ve güven ihtiyacı, savaş sonrası toplumu yeniden inşa eden kadınlar... Kitabı düşündüğümde aklıma gelen anahtar kelimelerden bazıları bunlar.
Sade dili, kısa ve geçişken bölümleri sayesinde, rahatça bir sayfadan diğerine sürüklensem de yüzleştiğim gerçeklik oldukça ağırdı. Ayrıca kitabın orijinal adı olan "Ör" kelimesinin İzlandaca'da hem "ok" hem de "yara" anlamına geldiğini öğrendim katıldığım bir kitap kulübünde. Orijinal ismine sadık kalarak bu kitabın bende bir "yara" açtığını söyleyebilirim. Ne var ki bu kitap, her yara gibi, bu yaranın da iyileşeceği hatırlatan umutlu bir sese sahip.
"'Savaştan kâr edenlerin verdiği zararı hesaplayıp bunu onlara ödetmeliyiz,' diye sözlerine devam ediyor. 'O zaman savaşın barıştan daha pahalıya mal olduğunu anlarlar. Zaten anladıkları tek dil paranın dili değil mi?' diye ekliyor." (sayfa 54)...more
Umuyorum ki 2024'te Türkçesi de yayınlanacak olan bu kitabı çok iyi bir çevirmenin çevirisiyle, basılmadan önce okuyabildiğim için çok şanslı hissediyUmuyorum ki 2024'te Türkçesi de yayınlanacak olan bu kitabı çok iyi bir çevirmenin çevirisiyle, basılmadan önce okuyabildiğim için çok şanslı hissediyorum.
Roman bizi Roma İmparatorluğu'ndan sonraki döneme, her an işgal tehlikesiyle karşı karşıya olan bir krallığa götürüyor. Ana karakterlerimiz üç kız kardeş. Üçü de birbirine hem benzeyen hem de birbirini yabancılamalarına neden olan büyüme sancıları çekiyor. Onları tanıdıkça, kralın kızı olmalarına rağmen, ne kadar sıradan ve yalnız olunabileceğini anlıyoruz. Bu yalnızlık, alışageldikleri dini inançlarının yerini alan Hıristiyanlık sebebiyle daha da derinleşiyor. Eski adetlerini ve inançlarını sürdürmek isteyen bu kadınlar, birbirleriyle olduğu kadar içinde bulundukları toplumla da inatlaşıyor.
Oldukları gibi olmak, özlerinde olanı reddetmemek, babalarının sahip olduğu ama yeni dini inancıyla birlikte reddettiği büyüyü hatırlamak da bu büyüme yolculuğunun bir parçası. Feminist okumaya bolca alan açan bu metin, aynı zamanda kurduğu alışılagelenden karmaşık karakter yapıları sayesinde zihnimde özel bir yer edindi.
Basıldığında kitabı elime alıp sayfalarını yeniden karıştırmak için sabırsızlanıyorum. İkinci bir okumanın bu kitap hakkında daha derinlikli düşünmeme yardımı olacağına da eminim....more
Son 10 senedir seri kitaplarla aram açılmıştı doğrusu. Uzun soluklu, devamlılığı olan hikâyeleri okumak yorucu geldiğinden herhalde. Dürüst olayım kurSon 10 senedir seri kitaplarla aram açılmıştı doğrusu. Uzun soluklu, devamlılığı olan hikâyeleri okumak yorucu geldiğinden herhalde. Dürüst olayım kurgusal dünyalara ne kadar hızlı bağlandığımı fark ettiğim için de. Buna rağmen tek tük de olsa okuyanların sevip önerdiği serileri alıp okumaya niyetlendim. Ama ya kitaplığımda uzun süre beklediler ya da ilk kitaplarını okuyup devamı yokmuş gibi devam ettim hayatıma. Oysa Javier Marias'ın Beyaz Kalp kitabını okuduğumdan beri aklımda Yarınki Yüzün üçlemesini de okumak. Dün kitabın son sayfasını kapattığımda içimdeki gururun da hüznün de tarifi zor bu nedenle.
Gelelim kitaba... Zehir, Gölge, Veda başlığı boşuna değil. Marias'ın anlatıcısı okurla vedalaşmadan önce maruz kaldığı zehirle ve onu bir gölgeye dönüştüren koşullarla yüzleşiyor. Veda ise hem okurlara hem de hayatının bir dönemine veda. Bu kitapla bir parantez kapanıyor, bir rüya son buluyor. Jacques Deza, damarlarında taşıdığı ihtimallerle yüzleşmiş bir karakter olarak memleketine dönüyor.
Bu seriye nehir roman diyemeyiz bana kalırsa. Zira bize anlatılan zaman diliminin tarihi, siyasi, kültürel değişimlerinden etkilenen karakterlerin öyküsü anlatılsa da her şey fazlasıyla zihinsel. Olaylar değil, olayların nasıl hatırlandığı, nasıl anlatıldığı ve ne anlama gelebildiği ön planda. Bu da kuşkusuz Marias'ın en iyi olduğu konu zaten.
Kimin zihnimize bir ses olarak yerleşip kalacağını, onun bakış açısıyla bizimkinin çatışmasından ne tür eylemlerimizin doğabileceğini bilemeyiz çoğu kez. Bilmek istemeyiz demek daha doğru olur. Deza'nın bu kitapta kabullendiği bir diğer gerçek de bu bence. Damarlarında dolaşan ama koşulların ve zamanın olgunlaşmasını bekleyen ihtimalleri ona hatırlatan sesleri duyma cesaretini gösterdiği yer bu kitap. Marias'ın kitabın sonundaki teşekkür bölümünde "onlar hayatlarını bana sunmuş olmasalar bu kitap yazılamazdı" diyerek veda ettiği sevdiklerinin haklarını teslim edişi gibi...
Son olarak bu tekrarla dolu, zihni ele geçirdiğinde insanı rahat bırakmamaya yeminli, insanın yarınki yüzünü şekillendiren üçlemeyi böyle güzel bir çeviriyle okumamızı sağlayan Roza Hakmen'e teşekkür ederim.
"Silmek, yok etmek, geri almak, iptal etmek, önceden de susmuş olmak, dünyanın hedefi budur; böylece hiçbir şey var olmamış sayılır, her şey bir hiçtir, aynı şeyler, aynı olaylar ve aynı insanlar hem kendileridir, hem tersi, bugün ve dün, yarın, sonra ve eskiden. Ve hepsinin ortasında sadece gözümüzü boyamaya çalışan zaman vardır, tek amacı, tek hedefi budur; bu yüzden de neyi yapıp yapamayacağımızı, sonunda bizi neyin beklediğini bilmeden hâlâ zaman içinde yol alan bizlere güven olmaz, hepimiz aptal, yetersiz ve noktanız, ben aptalım, yetersizim, noksanım, bana da kimse güvenmemeli... (sayfa 268)...more
Marias serinin ilk kitabını bitirdiğimdeki tahminlerimi haklı çıkararak önce meraklanma ve soluklanma zamanı tadını bana. Yine de hakkını teslim etmemMarias serinin ilk kitabını bitirdiğimdeki tahminlerimi haklı çıkararak önce meraklanma ve soluklanma zamanı tadını bana. Yine de hakkını teslim etmem lazım, beklediğimden hızlı döndük ilk kitabın sonunda kaldığımız yere. Ne var ki devamında işler öyle bir karıştı, düşünülenlerle yaşananlar, zamanla mekân birbirinin içinde eridi adeta. Bir girdaba kapılmış gibi hissettim sayfaları çevirdikçe. İlk kitaptan hatırladığım diyaloglar, olaylar, paragraflar tekrar tekrar karşımdaydı çünkü. Ele aldığı meseleden görünürde uzaklaşsa da aslında giderek içine gömülen bir kitabın dağılmış dünyasıydı bu defa okuduğum.
İlk kitapta mesele, anlatmanın kimseye özgü olmayan, herkesin yapabileceği bir şey olduğu; bu nedenle ölüyle yaşayanlar arasındaki farkı ortadan kaldırmanın, yani herkesin susması, susmayı seçmesi durumunda anlatmanın tehlikelerinin ortadan kalkabileceği etrafında şekilleniyordu. Dans ve Rüya'da ise mesele, korkuydu. Korkunun felç ediciliğinin izlerini ve korkunun nasıl bir silaha dönüşebildiğini Deza ve şefi Tupra'nın birlikte geçirdiği bir gecede olanları izleyerek kavramak ilginçti.
İlk kitapta olduğu gibi ikinci kitapta da okumayı en çok sevdiğim kısımlar Deza'nın babası ile aralarında geçen konuşmaları anlattığı bölümlerdi. Babasının Wheeler kadar ağdalı olmayan anlatımı ve onun anlattıklarını hatırlayınca az yorum yapıp sözü çoğunlukla babasına bırakması çok hoşuma gidiyor. Diğer hiçbir karakterin konuşmasını babasınınki kadar içten ve mütevazı bulmuyorum, -özellikle bu kitapta- bulmadım.
Bu seriyi okuyup çok seven birkaç kişinin yorumlarına baktığımda serinin son kitabının okurun aklındaki tüm soruları cevaplandırdığını söylediklerini gördüm. Son kitabın serinin en hacimli kitabı olmasını da açıklayan bir durum bu. Zira cevaplanacak çok soru, cevabını öğrenmek istediğim çok mesele var. En çok da Wheeler'ın eşi Valerie'nin hikâyesini merak ediyorum. Dolayısıyla arayı açmadan hemen son kitaba geçiyorum.
"Ama bu tür saçmalıklar her ne kadar küçümsense de, ben yalnız zihinden geçen her şeyden değil, zihnin henüz bilmediklerinden de korkmayı öğrendim, çünkü hemen her zaman, zihne ulaşmadan ya da zihinden geçmeden önce hemen her şeyin zaten oralarda bir yerde olduğunu gördüm. Bu yüzden de yalnızca düşünülen fikirden değil, düşünceden önce gelen, ondan daha eski olan şeyden de korkmayı öğrendim." (sayfa 87)...more
Bir yazarın anlatılamaz olduğunu içten içe bildiği bir şeyi, yaşamı anlatma çabası ne tuhaftır! Hele de Marias gibi bir edebi dahi, dahi olduğu kadar Bir yazarın anlatılamaz olduğunu içten içe bildiği bir şeyi, yaşamı anlatma çabası ne tuhaftır! Hele de Marias gibi bir edebi dahi, dahi olduğu kadar deli, deli olduğu kadar da dahi biri varsa karşımızda. Öyle ki an geliyor anlatmanın, anlaşılmanın, anlamanın mümkün olduğunu; bazen de tam aksini söyletiyor karakterlerine. Tam bir paragrafa kapılıp gitmiş, birbirinin peşine takılı kelimelerle sarhoş olurken yön değiştiriyor karakterin sözleri. Bütün bunların arasında yolunu bulmak okura kalıyor ister istemez. Daha önce hiç Marias okumamış birinin sabırlı olması gerektiğinin altını da bu vesileyle çizmek isterim.
Marias anbean gerçekleşen olayları ya da durumları ele almıyor, karakterlerinden biri olan Peter Wheeler'ın yaptığı gibi, ne kadar kaybolursa kaybolsun eve dönmenin yolunu bulacağını bilen birinin güveniyle hareket ediyor anlatırken. Her şeyi kaydediyor, hatırlıyor, sahipleniyor. Okuruna "Kaybolduğunu unut, karşına çıkan yeni yolların tadını çıkar" dediğini işitirken bir de bakmışız evimizin olduğu sokaktayız. Ürkütücü bir yetenek!
Bu kitabı bu kadar karmaşık bir dille anlatmana ne gerek var derseniz, şüphesiz ki haklısınız. Ama okur da yazarına özeniyor, yarınki yüzünde ondan daha fazla iz taşımak için her fırsattan istifade ediyor işte. Sonra yazarın sırtını yasladığı tarihsel arka plana da ilgi duyarken buluyor kendini: İspanya İç Savaşı'nı, o savaşı ortaya çıkaran koşulları, casusluğu, ülkelerin gizli istihbarat birimlerini, doğru soruları sorarak herhangi birinin yarınki yüzünün bilinip bilinemeyeceğini...
Zihnin her an her yerde olabilmesine duyduğum hayranlıkla tamamladım Ateş ve Mızrak isimli ilk cildi. Zira nereye bağlanacağını bilemediğim bir konuşma okurken kendimi bir an önce ikinci kitaba başlama isteğiyle dolu buldum. Marias'ın zihnin kaygan zemininden yararlanacağını ve kitabı bıraktığı yerden başlatmayacağını biliyorum elbette. Bu durum, merakımı ve heyecanımı bir an olsun azaltmıyor o ayrı.
"Biliyorsun insan gençken acelecidir, yeterince yaşamamaktan, yeterince çeşitli ve zengin deneyimlerden yararlanamamaktan korkar, sabırsızlığa kapılıp mümkünse olayları hızlandırır, üst üste biriktirir, yığar; gençlikte bol bol yara alıp kendine bir geçmiş oluşturmak için duyulan aciliyet çok tuhaftır. Kimsenin bundan korkmaması gerekirdi, biz yaşlılar insanlara öğretmeliydik korkmamayı, gerçi nasıl öğretilebilir, onu da bilmiyorum, artık kimse yaşlılara kulak vermiyor. Uzun sayılabilecek her ömrün sonunda, istediği kadar tekdüze, anlamsız, sıradan ve olaysız geçsin, mutlaka fazlasıyla anı, çelişki, vazgeçiş, ihmal ve değişiklik olacaktır; çok fazla geri adım atılmış, çok fazla bayrak indirilmiş, ayrıca fazlasıyla sadakatsizlik yaşanmış olacaktır, buna hiç kuşku yok. Bütün bunları bir düzene sokmak ise, kendi kendine anlatmak için bile olsa kolay değildir. Aşırı birikim." (sayfa 89-90)...more
İlk defa bir Raymond Carver öyküsü okuduğumda 20 yaşındaydım ve söz konusu öykü Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz'du. Öyküyle aynı adı taşıyan bu kitabıİlk defa bir Raymond Carver öyküsü okuduğumda 20 yaşındaydım ve söz konusu öykü Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz'du. Öyküyle aynı adı taşıyan bu kitabı okumak ise Carver'ın ne iyi bir öykücü olduğunu çok defa duyduktan ve beklentimin artmasına müsaade ettikten yıllar sonraya, birkaç hafta önceye denk düştü.
Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz, 17 öyküden oluşuyor ve aşkla ilişkisini mesafeli bir yerden kuruyor. Yalın ve kısa denebilecek bu öykülerde anılardan, kayıplardan, vahşi sayılabilecek eğilimlerden bahsedildiğini görüyor, kimi zaman da yalnızca seziyoruz bunları. Anlatılanlar yer yer tekinsiz ve kesik olsa da okuru durup düşünmeye davet ediyorlar. Bu tarafından bakınca Carver'ın neden çok sevildiğini ve iyi bir öykücü olarak anıldığını anlayabiliyorum ancak Carver için doğru okur ben miyim, emin olamıyorum.
"Çardak", "Kot Pantalondan Sonra", "Eve Bu Kadar Yakın Bu Kadar Çok Su", "Ciddi Bir Konuşma" ve "Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz" bu kitaptaki favori öykülerim oldu.
"Öğleden sonra güneşi bu odanın içinde bir varlık gibiydi, rahatlık ve cömertliğin ferah ışığı. Herhangi bir yerde, büyülü bir yerde olabilirdik. Kadehlerimizi yeniden kaldırdık ve yasak bir şey üzerinde anlaşmış çocuklar gibi birbirimize sırıttık." (sayfa 141)...more
Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü'nü yaşamadan önce okumaya başladığım, sandık başında bir başka uzun gün daha geçirmemiz gerektiği öğrendikten sonra birSandık Gözlemcisinin Uzun Günü'nü yaşamadan önce okumaya başladığım, sandık başında bir başka uzun gün daha geçirmemiz gerektiği öğrendikten sonra bir kenara koyarak soluklandığım ama eninde sonunda bitirdiğim canım Calvino kitabı. Daha önce okuduğum tek Calvino kitabı olan Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'nun bıraktığı duyguya çok benziyor Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü'nün bıraktığı his. İkisini okurken de çok iyi fikirleri ve dili olan bir yazarın anlatmak istediklerini damıta damıta küçülttüğünü, sıkıştırdığını hissetmiştim. Nitekim bu kitabın 75 sayfa olması bunun en gözle görülür kanıtı.
Kitap boyunca Cottolengo kadar sıkıcı bir görev yerinde dahi insan zihninin susmak bilmediğini, çağrışımlar yoluyla birbirine bağlanan düşünceleri ne büyük beceriyle ortaya çıkarabildiğini görüyoruz aslında. Siyaset, kent, güzellik, toplum, üreme, komünizm, vatandaşlık, insan ilişkileri gibi birçok meselenin üzerinde duruluyor. Ama bu çeşitliliğe rağmen sorduğu sorular kadar güçlü değildi bana kalırsa kurduğu akış. Tıpkı insan zihni gibi bazı meselelere gereğinden fazla odaklanırken diğer meseleleri gözden kaçırdığı için okurken kimi zaman sıkıldığımı da söyleyebilirim.
Konuların detaylandırılmasını çok isterdim. Böylece ana karakterin siyasi görüşüne mesafesini korumayı beceren bu metin, hacmi artıkça ufkumuzu çok daha fazla genişletebilirdi. Hem günümüzde olduğu gibi 1953'te de sandık çevresinde propaganda yapılamaması, seçimin olası sonuçlarına dair tahmin üstüne tahmin yürütülmesi ve çeşitli beklentiler üzerinden hareket edilmesi gibi durumlar oldukça tanıdık geldi ve şöyle sormak istedim: Sonuçları hayatımızı çok az etkileyecek ve "kritik" ya da "tarihi" diye tanımlamayacağımız bir siyasi seçim mümkün mü? Mümkünse seçim sırasında alelade bir vatandaşın üstüne düşen görev nedir?
Ayrıca kitabın son iki paragrafı Görünmez Kentler kitabının müjdecisi değil de nedir?
"İnsan gözünü dört açmazsa, burada seçim dinsel bir törene dönüşüveriyordu. Yalnızca seçmenlerin çoğunluğu icin değil, kendisi icin de: Seçim hilelerini ortaya çıkarmaya gelen gözlemci, metafizik bir hilenin tuzağına yakalanıyordu. Bu açıdan, bu koşullar içinde bakıldığında politika, ilerleme, tarih belki de düşünülemezdi bile." (sayfa 41-42)...more
Son 4 buçuk yıldır aldığım kitapların kaydığını tuttuğum bir Excel dosyam var. Bir sabah ne okuyacağımı bilemeyip o listedeki kitap sayısını rastgele Son 4 buçuk yıldır aldığım kitapların kaydığını tuttuğum bir Excel dosyam var. Bir sabah ne okuyacağımı bilemeyip o listedeki kitap sayısını rastgele sayı seçen bir siteye girdim. 10 saniyenin sonunda çıkan sayının karşılığı olan kitaptı ğ. Aldığım günden beri ara ara niyetlensem de bir türlü okuyamamıştım. Fırsat bu fırsat ertelemeyeyim dedim ve iyi ki de öyle yaptım.
ğ, temelinde basit bir aile hikâyesi olmasına rağmen usulca açtığı katmanları, yavaş yavaş tanıttığı kahramanları ve mümkün olduğunca her karakterine söz hakkı tanımayı amaçlayan anlatım biçimiyle kısa sürede kalbimi çaldı. Bunun benim gibi madalyonun öteki yüzünü her daim merak eden birine hitap eden bir tercih olduğunu söylemeliyim.
Yine de Minori ailesinin hayatında kırılma yaratan spesifik bir olaydan çok da uzaklaşamamanın, o olayın ailenin hayatını nasıl dönüştürdüğünü görebilmenin karakterlerle sınırlı bir yakınlık kurmama neden olduğunu da söylemeyelim. Kitabın sonuna yaklaştığımda her birinden farklı sorular miras aldığımı da ekleyeyim. Örneğin biri, "Bir başkasının acısından ne kadar sorumluyuz?" sorusuyla yalnız bıraktı beni. Hatta kitabın temel meselesinin de bu olduğunu düşünüyorum. Bir bağ kurmayı, aile olmayı seçtiğimiz kişilere acı vermemek mümkün mü? Peki ya davranışlarımızın sonuçlarıyla baş başa kalmak nasıl bir yol ayrımına getirir bizi?
Bir diğer soru da "Hayatını tutunduğun bir duygunun, düşüncenin, tutumun ya da alışkanlığın etrafında katılaşarak mı şekillendirmek istiyorsun?" oldu. Son olarak da "Bir evlat olarak anne babama bana verdikleri zararların bedelini ne ölçüde ödetmeye hakkım var? Ya da var mı?" diye sordum kendi kendime. Şüphesiz ki bu sorular çeşitlendirilebilir.
"Altmışlı yıllardan itibaren ne kadar çok çalışıp didindiğimi -tabiri caizse- kendimi gerçekleştirmek için ne kadar zahmet çektiğimi hatırladım. Kendimi gerçekleştirmek bu muydu? On yıllar boyunca elde yazılmış, basılmış somut bir kağıt yığını, altı çizilmiş sözcükler, notlar, sayfalar, gazeteler, disketler, USB bellekler, sabit diskler, buluta yüklenmiş megabaytlar mıydım? Kendini gerçekleştirmiş ben, gerçek olan ben: Yani ancak Google'da arama satırına Aldo Minori yazdığım taktirde oturma odasından dışarı çıkabilecek bir karmaşa mıydım?" (sayfa 57-58)...more