Rygard Battlehammer's Reviews > ııış
ııış
by
by

Rygard Battlehammer's review
bookshelves: rougon-macquart, my-reviews, masterpiece, paris-komunu, 19th-century
Nov 19, 2023
bookshelves: rougon-macquart, my-reviews, masterpiece, paris-komunu, 19th-century
Zola daha önce de akıcı üslubundan, hikayeciliğinden ve sınıf mücadelesini ele alma biçiminden etkilendiğim “zaten ne yazsa okunur,� diye düşündüğüm bir yazardı. ııış’a da bunun verdiği güvenle, en azından keyifli zaman geçiririm beklentisiyle, kitap hakkında pek fikrim olarak başladım. Ve beklentilerimin çok ötesinde bir başyapıt ile karşılaştım.
Rougon-Macquart dizisi, Fransa Tarihinin en enteresan dönemlerinden biri olan İkinci İmparatorluk sürecini, aynı köklerden (bkz: Adélaide Fouque) doğan iki ailenin bireyleri etrafından anlatan, yirmi kitaplık devasa bir seri. 18 yıl devam eden İkinci İmparatorluğu, sınıfsal çalkantılar, alt kuşaklara aktarılan sosyal ve genetik kalıtımlar ve sevimli dostlarımızın (Fransızlar!) türlü manyaklıkları etrafında, oldukça gerçekçi ve çirkinlikleri örtmeye gerek duymayan (bkz: naturalizm) bir üslupla anlatıyor.
Anlatılan İkinci İmparatorluk, tuhaf bir dönem olsa da, hem Fransa hem de tüm kıta için belirleyici olmuş bir zaman dilimi. Sonraları 20.yy’ın faşist diktatörlüklerin kökeni olacak Bonapartizm pratiklerinin uygulamaya geçirildiği ama yapılan her şeyin sakil ve derme çatma biçimde uygulandığı, çoğunlukla da halk için sonunda pahalıya patladığı bir dönem. Ancak bir yandan Fransa’nın en büyük ikinci ticaret filosuna sahip hale geldiği, demiryollarını yaygınlaştırdığı, ekonomik olarak büyüdüğü bürokratik elitin alabildiğine semirdiği yıllar. Aynı zamanda Avrupa’yı birinci dünya savaşına götüren temel çatışmaların yaşandığı, yüz yıllık yıkım ve katliam politikalarının temel taşlarının döşendiği bir zaman.
Bu dönemin baş kahramanı olan III. Napolyon ise bir oportünist ve popülist. 1851’de Cumhuriyet’in kontrolünü bir darbe ile geçirmiş, ardından iktidarını meşrulaştırmak için plebisit düzenlemiş (tanıdık geldi mi?) ve anayasayı lağvederek kendini imparator ilan etmiş, elde ettiği iktidarı dibine kadar sömürmüş biri. Bir taraftan da amcasının çarpık bir karikatürü, fetih hayalleri kuran ama giderek kontrolü yitiren bir zavallı. “Tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekerrür eder…� diyor Marx Bonapartizm’i anlatırken; Louis Napoleon da komedi kısmına yakışan bir figür hakikaten. Güya sosyal reformlara girişmiş ama bu reformların tamamı göstermelik, aslında devlet kontrolünü sürdürmeyi ve genişletmeyi amaçlayan politikalar. Şehirlerde ve özellikle Paris’de (normal olarak) pek sevilmiyor ancak taşrada köylülerden, cahil kırsal nüfustan destek gören, popüler de bir yönetici. Elbette bu “popülaritenin� önemli nedenlerinden biri, kendisini alenen eleştirmeye cüret edenlerin kendini son derece hızlı biçimde zindanlarda buluyor oluşu.
ııış ise, İmparatorluğun sonunun, Fransa-Prusya Savaşı ile birlikte III. Napolyon’un fetih düşlerinin, Alman Savaş Makinesi karşısında yanıp kül oluşunun hikayesi. Aslında bu savaş uzun zamandır beklenen, her iki tarafın yönetici eliti için de çekici bir olasılık. Elbette savaşlara karar verenler ile savaşlarda ölenlerin aynı kişiler olmayışı önemli bir etmen bunda. Fransa İmparatorluğu için Prusya Şansölyesi Otto Von Bismarck’ın varlığı ve tüm Germen topluluklarını bir araya getirme çabası, 1866’dan beri(Prusya yedi hafta savaşında Avusturya’yı yendiğinden beri) büyüyen bir tehdit. Daha önemlisi, Fransa’da işler hiç de iyi gitmiyor. Uygulanan baskı politikası feci biçimde ters tepmek üzere. İmparator, varlığının bir devrim tetikleyeceğinden korktuğu için Paris’e bile gidemiyor. Halkı ortak bir düşmana karşı birleştirecek, kenetleyecek dış tehdit, muazzam bir nimet. Fransa’nın Kıta Avrupası üzerindeki etkisinin azaldığı yönündeki endişeye karşı da savaş, son derece faydalı bir çözüm gibi duruyor. Bismarck’ın tarafından bakıldığında ise Fransa, zaten eninde sonunda savaşa girilmesi gereken bir hedef, hem Kuzey hem de Güney Almanya’da milliyetçiliği ateşleyebilecek, sonunda birleşik bir Almanya yaratabilecek bir fırsat. Fransa’yı izole etmek, Avusturya-Macaristan veya Rusya ile ittifak kurmasını önlemek de uzun vadeli öncelikli hedeflerinden Bismarck’ın ve bunun yolu da eninde sonunda savaştan geçiyor.
Ancak Fransa savaş yorgunu bir ülke, ortada ordunun yeterliliği ile ilgili ciddi sorunlar var ve her ne kadar milliyetçilik insanları ateşlese de savaşın zamanlaması ile ilgili tereddütler söz konusu. Fakat yüksek öz güvene ve düşük öz farkındalığa sahip ahmakların görevde olduğu her kurum gibi Fransız Ordusu’nun komuta kademesi, sağlıklı bir değerlendirme yapabilir durumda değil. Napolyon’un şüpheleri, Generalleri tarafından verilen teminat ve sözlerle, özenle gideriliyor. Bu sırada Wilhelm’in yazdığı bir mektubun tonunu hafifçe değiştiren ve bunu provokasyon için kullanan Bismarck’ın tahrikleri de işe yarıyor ve Fransız İmparatorluğu, 19 Temmuz 1870’de, Otto von Bismarck’ın önderliğindeki hem asker gücü hem de teknik yeterlilik bakımından çok daha güçlü Kuzey Alman Konfederasyonu’na savaş ilan ediyor.
ııış’ta anlatılan olayları 106. alayın askerlerinin gözünden izliyoruz. Zola’nın diğer kitaplarında olduğu gibi burada da zengin bir kadro söz konusu karakterler konusunda. Ana kahramanlarımızın birliğindeki diğer askerler, savaştan etkilenen siviller, aile üyeleri, yaralıları tedavi eden doktor ve revir çalışanları veya savaşın kaosunun dokunduğu diğer kurbanlar zaman zaman sahneyi devralabiliyor. Toplumsal değişimlerin, sınıf mücadelelerinin ilk elden şekillendirdiği ve değiştirdiği, son derece kanlı canlı karakterleri var Zola’nın, ister istemez bağlanmış buluyor insan kendini.
Baş kahramanımız, Zola’nın Toprak kitabında köylü olarak karşımıza çıkan Jean Macquart. Savaşın patlak vermesiyle ülkesi için savaşmaya koşmuş, daha önce savaş görmüş, tecrübeli bir asker. 7. tümende görevli bir onbaşı olarak çıkıyor karşımıza. Kırsal yaşamın zorluklarına, köylülerin yaşadığı ekonomik sıkıntılara tanıklık etmiş, 39 yaşında, dayanıklı, sert ama adil bir karakter Jean.
Jean’in birliğindeki Maurice Levasseur ise genç ve idealist bir burjuva, yirmilerinin sonunda bir avukat. Savaşı, Fransa’nın mutlak biçimde haklı olduğu bir dava olarak görüyor ve haklı olanın her zaman galip olacağına dair çocukça bir inanç taşıyor. Kültürlü, iyi eğitimli ve savaşın başlarında çevresindekilere yukarıdan bakan bir adam Maurice. Başlangıçta Jean’dan feci şekilde rahatsız oluyor, bu “elleri hala gübre kokan köylünün� işine burnunu sokmasından rahatsız oluyor, “komutanı olan kör cahil, kaba saba köylüye karşı içinde bir tiksinti� hissediyor. Kitap boyunca, savaşla birlikte Maurice’in karakterinin de sarsılışını, sorgulanamaz bulduğu ideallerin, sınıflara bakışının, savaşı algılama biçiminin, düşünce ve aidiyetlerinin gün be gün değiştiğini görüyoruz. Jean ile aralarındaki ilişki de değişiyor ve gelişiyor. Önce birbirlerine saygı duymayı, desteklemeyi öğrenen iki adam, savaşın zorluklarıyla, hava koşullarıyla, dağlar ve bayırlar aşan millerce yol ve eninde sonunda vahşice ve dizginsiz bir şiddetle sınandıkça yoğun, bir dostluk ve sevgiyle (hatta belki de tutkuyla) birbirlerine bağlanıyorlar.
Üç bölüme ayrılmış bir yapısı var kitabın. Ren vadisi boyunca yaşanan bitmek bilmez manevraları ve 106. alayın Sedan’a giden yolda yaşadıklarını okuyoruz İlk bölümde. Başta acemi askerlerin kapıldığı savaş coşkusu ve milliyetçi propagandanın yarattığı hava hızlıca dağılıyor. Fransızların beklediği hızlı zaferin gerçekleşemeyeceği anlaşılınca da saflarda korku yayılmaya başlıyor. Ardından düşmanın yakında olduğu, çok büyük bir orduyla üstlerine çökmek üzere olduğu dedikodusu paniğin fitilini ateşliyor. İşgalin, sadece fısıltıyla yayılan haberi, dedikodunun yıkıcı etkisi dudak uçuklatıcı. Bir anda ordunun tamamı korkunç bir kovalamacanın içinde, görünmez düşmandan canhıraş şekilde kaçarken buluyor kendini. Birlik düzenleri dağılıyor, karmakarışık olan alay komuta zincirini yitiriyor, körlemesine bir koşturmanın içinde, hiç ateşlenmemiş silahlar fırlatılıp atılıyor, ağırlık yapan çantalar bırakılarak kaçış devam ediyor. Erzakların olmadığı, yiyecek dağıtılmayan, düzensiz kaçışın sonunda bir molaya kavuştuğunda fark ediyorlar ki aslında onları kovalayan bir ordu yok ama bu korkunç panik içinde çok önemli mevziler düşmana terk edilmiş.
Ardınan trenlere çuval gibi istiflenmiş binlerce Asker önce Paris’e, sonra da Reims’e taşınıyor. Yine geçici olarak yükselen “milli duyarlılıklar,� burada başka kovalamacalar, ileri geri yapılan anlamsız manevralar, Generallerin birbirleriyle çelişen emirleri yüzünden bir kez daha perişanlığa dönüşüyor. Bir hamster tekerleriğinde döner gibi hareket eden ordunun faydasızlığı ve çaresizliği görülmeye değer. Uzaktan çatışma seslerini duyan kolordu, bir türlü düşmana ulaşmayı başaramıyor. Önce bir mevziyi tutmak için millerce yürüyor, yarı yolda aldıkları bir emirle başka bir mevziye doğru geri çekiliyorlar. Gıda dağıtımı kontrolden çıkıyor, yağmur, çamur ve açlıkla iradelerinin son noktasına kadar sınanıyor ve daha düşmanla hiç karşılaşmadan yenilmeyi başarıyorlar.
Muazzam bir ustalıkla yazılmış tüm bu bölümler. Günlerce yürüyen askerlerin yaşadığı yorgunluğu, açlığın vuruculuğunu, zaten savaştan yorgun bir halkın içinde kalan tek kıvılcımı da yitirdiği zaman hissettiği muazzam bunalımı iliklerinize kadar hissettiriyor Zola. Tüm savaş boyunca bir kez bile ateş edememiş, aynı yerlerde dönüp durmaktan sinirleri bozulmuş, sonunda katledilmek -ki kuvvetle muhtemel- olsa bile düşmanla karşılaşmak ve eyleme geçmek için deliren askerlerin psikolojisi muhteşem biçimde yansıyor sayfalardan. Koşullar zorlaştıkça da herkesin karakterinde ne varsa fışkırıyor. Kimisinin ufacık kazanımlar için yapmayacağı şerefsizlik yok, kimisi ise her adımda yoldaşlarını tutup ayağa kaldırmaya çalışıyor. Generallerin tüm bu süreçte yaptıkları hatalar, kendi içlerindeki çatışmalar ve oynadıkları iktidar oyunları ise feci şekilde sinir bozucu. Yaptıkları hataların sonuçlarından en az kendileri etkilenen komuta kademesi, hata yaptıklarını kabul etmemek adına veya eylemlerinin getireceği bürokratik bedeli ödemek iiçin son derece değerli zamanı boşa harcıyor, tekrar alınması için yüzlerce insanın canını feda etmesi gereken mevzileri düşmana bırakıyor, her şeyin biteceği Sedan cehennemini kendi elleriyle hazırlıyorlar.
Bu cehennemin içinde Jean ve Maurice’in ilişkisi, kitabın tamamı boyunca devam eden, dönüşen ve hikayenin üzerinden aktığı bir sahne işlevi gören, sıcak ve etkileyici bir anlatı. Bazen dostluk ve kardeşlik sınırlarını da zorluyor ikili. Fazlaca gaza gelip öpüşüyorlar ama zannedersem “Fransızlık tam da böyle bir şey, dilli milli öpüşmeye bayılırız biz, dostluktan o dostluktan� diyor Zola, biz de çok uzatmıyoruz. Ama Jean’in sırf Maurice’e benziyor diye bacısına yazması da biraz manidar açıkçası... Zola zaman zaman başka karakterlere odaklansa, savaşı iki askerin yakınındaki diğer gözlerden anlatsa da eninden sonunda Maurice ve Jean’a geri dönüyor.
Kitabın sık gördüğümüz karakterlerinden bir diğeri de Maurice’in ikiz kız kardeşi Henriette. Ama Henriette’den bahsetmeden önce Zola’nın kadın karakterleri için bir parantez açmak gerekiyor. Aslında Zola son derece güçlü, özgün kadın karakterler yaratabilen, çağdaşlarına göre kadınların edebiyat eserlerinde temsili konusunda gözle görülür biçimde ileride bir yazar. Ancak kitabın bir savaş anlatısı olması doğal olarak ııış’ın karakterleri üzerinde hayli kısıtlayıcı bir etki yaratıyor. Kadın karakterler olayların odağında olmaktan çok destekleyici rollerde bulunuyor. Henriette ise bilinçli olarak sinik biçimde tasarlanmış, büyürken kendisine pek de adil davranılmamış bir karakter. Maurice ailenin imkanlarından yararlanmış, hukuk eğitimi almış, tüm sosyal ilişkiler ile kapılar önünde açılmış. Henriette ise kül kedisinin makus kaderini tatmış, evinin kapıları ardında kalmış. Ardından dürüst bir çocuk olan Weiss ile evlenmiş. Kocası tarafından saygı görmüş ama çok da sevilmemiş. Kendini çevresindeki erkeklere adayarak var eden de biri Henriette. Kocası, babası, kardeşi, hep etrafında ilgilenilmesi gereken, talepleri ve ihtiyaçları daha önemli ve Henriette’in kendisini adayacağı biri olmuş.
Bu gerçekten insanın kalbini kıran bir döngü açıkçası. Sedan savaşında, Alman askerlerinin elinde kurşuna dizilmek üzere olan kocasının önüne geçebilecek kadar gözü pek, hatta pervasız hale gelebiliyor kadın ama bu sarmaldan asla kurtulamıyor. Sonraki aylarda gizlilik içinde saklandığı bir evde tedavi ettiği Jean ile duygusal bir yakınlık kuruyor ama eninde sonunda kendini bir erkeğin ihtiyaçlarından bağımsız olarak var etmeyi başaramıyor, hak ettiği sona ulaşamıyor, “kurban ve yalnız� rolü üstüne yapışıp kalıyor.
Bu arada, Sedan Savaşı’nı anlatan ikinci bölüm, ilkine göre çok daha sert ve irkiltici. Upuzun bir gerginliğin ardından yaşanan korkunç patlama. 180 sayfa boyunca sürünen, oradan oraya sürüklenen, moralleri bozulan, umutlarını yitiren askerlerin bir anda kendilerini cehennemin ortasında buluyor. Fransızlar kendilerinden çok daha kalabalık, topları çok daha güçlü bir düşman tarafından çevrelenmiş ve üstlerine düşen havan mermileriyle parçalanıyor, süverilerce biçiliyor, iç organları demir bilyelerle bedenlerindne koparılıyor. Bitkin bir çaresizliğin yarattığı gerilim, bir anda parçalanan bedenlerin, kopan uzuvların, şehrin dar yollarını kaplayan kan göllerinin eşlik ettiği muazzam bir teröre dönüşüyor. Sedan muharebesi benim bir kitapta okuduğum en vahşi, en gerçek, en doğal savaş anlatılarından biri. Savaşın hem 106. alayın askerlerine, hem de Sedan’ın sivil halkına etkilerini görüyoruz.
Zola’nın emekle oluşturduğu karakterleri hikayesi için kurban edişini izlemek başlı başına üzücü bir durum. Kiminin kemikleri Bavyera topçu ateşi altından etlerinden ayrılıyor, kimi kendini bir revirin giderek Dante’nin cehennemine dönüşen, kesilmiş uzuv dağlarıyla gölgelenen lanetli gerçekliğinde buluyor, kimi delik deşik olmuş biçimde Sedan sokaklarından akan kan nehirlerini besliyor. Atını çok seven süvari Prosper’ın hücumu ve cesur at Zephyr’i okumak ise gerçekten güç ve dokunuyor insana. Topçu Honore’nin ateş altında yinelenen mekanik cesareti, heyecanlı yüzbaşının ani katli, topçu ateşi altında aldırışsız gezinen, kendi hayatına dair tüm beklentileri tamamen hayatından silmiş Albay gibi çok sayıda, kendi başına etkileyici öykülerle dolu Sedan. Birleştiklerinde yarattıkları sahne ise muazzam. Yıkıntıların arasında, kafatası topçu ateşiyle parçalanmış annesine ısrarla seslenen, “anne susadım!� çığlıkları atan küçük çocuk ise akıllara kazınacak bir an. Ancak asıl şok insana, tüm bu küçük öykülerin sadece bir kurgu unsuru olmadıklarını anladığında, anlatılanların Zola’nın gazetecilikle hikayeleştirdiği olaylar, görgü tanıklarının ifadeleri olduğunu idrak ettiğinde vuruyor. Tüm bunların yaşanmış ve okuduğumuzun tarihe edilen bir tanıklık oluşu hazmetmesi güç bir lokma.
Savaşın muazzam vahşeti dışında yarattığı askerlerin dayanmak zorunda kaldığı açlık da korkunç bir doğallıkla karşımıza çıkıyor bu bölümde. Günler boyunca aç kalmış bir ordunun biraz yiyecek bulma umuduyla karşılarına çıkan köye dalmaları dehşet verici. Yenilebilir herhangi bir şey bulmak her yönden akan, her taşın altına bakan, her bodrumu, kapı arkasını, kileri, odayı kemikleşmiş elleriyle arayan insan seli, ancak modern zombi filmlerinde görebileceğimiz bir sahne yaratıyor.
İmparator Napolyon’un kitaptaki varlığı ise müthiş bir öfke jeneratörü. Zaten zoraki bir tahammüle maruz kalan meczup İmparator, kıtlık ve savaş koşullarında olanca şatafatıyla dolaşıyor, yanında adeta mobil bir saray taşıyor. Özel muhafızlar, emir subayları, emir subaylarının emir erleri, gümüş yemek takımları, İmparator sofrasının özel malzemeleri, kasalar dolusu şarap ve şampanya, aşçılar, arabacılar ve hepsinin yüklendiği saltanat konvoyu ve çevrelerinden akıp giden dünya, akıl dondurucu tezatlıklıkta. Pahalı giysileri ve sırtındaki imparator kaftanı ile kötü bir şakadan ibaret imparatora en ufak bir sempati duymak için gerçekten satılmış bir yalaka olmak gerekiyor.
Ardında binlerce ceset bırakarak sona eren savaşın (140.000 Fransız ve 30.000 Alman) devamında yaşananlar da son derece dramatik. Sedan savaşının sonunda ağır koşullarla teslim oluyor İkinci İmparatorluğun ordusu ve binlerce asker silahlarını teslim ettikten sonra savaş esirleri Almanya’daki kaderlerine gönderilmek üzere derme çatma bir kampa tıkılıp beklemeye başlıyor. Beş yüz bine yakın savaş esirinin kıtlık, hastalıklar, korkunç yaralar ve ezilmiş ulusal gururları ile mücadelesini Maurice’in perspektifinden izliyoruz ve Paris Komünü’nü yaratacak olan psikolojik koşullar daha da anlam kazanıyor aslında. Ölen insan ve atların cesetleri ile açlıktan ölmek üzere olan insanlar yan yana getirmesi tehlikeli bir kombinasyon ve tüm nüfusu kırabilecek bir veba salgını son derece korkutucu bir tehlike.
Yaralı olan Jean ise, Alman İşgali altında gizlendiği bir evde, Henriette‘in ellerinden şifa bulmaya çalışıyor. İşgal günlerinde farklı sınıftan insanların gösterdiği farklı tepkiler, gerilla mücadelesine başlamış olan başıbozuklar, karakterlerine göre çeşitli yönlere savrulan askerlerin hikayeleri ilgi çekici. Ama beni en çok etkileyen savaş alanında kalmış olan sahipsiz atlar. Açlığın, tüm yöreye çökmüş muazzam ceset kokusunun ve süvari koşullandırmalarının etkisiyle bir araya gelmiş at, saf terör içinde, vahşi, dizginlenemeyen bir sürü oluşturmuş durumda. Önlerine ne çıkarsa ezip, parçalayarak geçen sonsuz bir koşuda sıkışmışlar, ağzınlarından köpükler saçarak, durdurulamayan hareketlerini sürdürüyorlar. Ta ki çatlayarak ölecek ve savaş alanını daha da boğucu, daha da dayanılmaz hale getiren bir başka çürümüş cesede dönüşene dek.
Kitabın son bölümünde ise Paris’e geri dönüyoruz. Yenilgiyi kabullenen yönetici sınıfa rağmen Paris boyun eğmek istemiyor...
Bu bölümün devamı için; (bkz:Üçüncü Bölüm, Paris ve Komün)
...
Romanın sonunda üç kahraman, Jean, Maurice ve Henriette, beklenmedik koşullar altında, değişmiş ve hayat tarafından beklenmedik yönlere savrulmuş halde, alevlerle yıkanan Paris’in tam ortasında buluşuyor, insanlığın umutlarının külünü birlikte soluyorlar.
Her yönüyle büyük, etkileyici, heyecanlı, üzücü, karanlık, zor ama muhteşem bir kitap ııış. En başta söylediğim üzere, Zola ne yazsa okuyacağım bir yazar. Ama bu sefer beni derinden etkiledi. Bu kitapla birlikte Rougon-Macquart’� en baştan, yazıldığı sırayla okumaya karar verdim. Tüm serinin birlikte oluşturduğu aileyi ve hikayenin bütün halini de artık görmek istiyorum. Ancak bu da ııış’� hemen şimdi okumamak için, geciktirmek için bir neden olmamalı bence. İstisnasız herkese, her koşulda öneriyor, milliyetçi eğilimler gösteren, savaşı kutsayan ve savaşın kendisinden onur devşiren insanlara ise özellikle okutulması gerektiğine inanıyorum.
Rougon-Macquart dizisi, Fransa Tarihinin en enteresan dönemlerinden biri olan İkinci İmparatorluk sürecini, aynı köklerden (bkz: Adélaide Fouque) doğan iki ailenin bireyleri etrafından anlatan, yirmi kitaplık devasa bir seri. 18 yıl devam eden İkinci İmparatorluğu, sınıfsal çalkantılar, alt kuşaklara aktarılan sosyal ve genetik kalıtımlar ve sevimli dostlarımızın (Fransızlar!) türlü manyaklıkları etrafında, oldukça gerçekçi ve çirkinlikleri örtmeye gerek duymayan (bkz: naturalizm) bir üslupla anlatıyor.
Anlatılan İkinci İmparatorluk, tuhaf bir dönem olsa da, hem Fransa hem de tüm kıta için belirleyici olmuş bir zaman dilimi. Sonraları 20.yy’ın faşist diktatörlüklerin kökeni olacak Bonapartizm pratiklerinin uygulamaya geçirildiği ama yapılan her şeyin sakil ve derme çatma biçimde uygulandığı, çoğunlukla da halk için sonunda pahalıya patladığı bir dönem. Ancak bir yandan Fransa’nın en büyük ikinci ticaret filosuna sahip hale geldiği, demiryollarını yaygınlaştırdığı, ekonomik olarak büyüdüğü bürokratik elitin alabildiğine semirdiği yıllar. Aynı zamanda Avrupa’yı birinci dünya savaşına götüren temel çatışmaların yaşandığı, yüz yıllık yıkım ve katliam politikalarının temel taşlarının döşendiği bir zaman.
Bu dönemin baş kahramanı olan III. Napolyon ise bir oportünist ve popülist. 1851’de Cumhuriyet’in kontrolünü bir darbe ile geçirmiş, ardından iktidarını meşrulaştırmak için plebisit düzenlemiş (tanıdık geldi mi?) ve anayasayı lağvederek kendini imparator ilan etmiş, elde ettiği iktidarı dibine kadar sömürmüş biri. Bir taraftan da amcasının çarpık bir karikatürü, fetih hayalleri kuran ama giderek kontrolü yitiren bir zavallı. “Tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekerrür eder…� diyor Marx Bonapartizm’i anlatırken; Louis Napoleon da komedi kısmına yakışan bir figür hakikaten. Güya sosyal reformlara girişmiş ama bu reformların tamamı göstermelik, aslında devlet kontrolünü sürdürmeyi ve genişletmeyi amaçlayan politikalar. Şehirlerde ve özellikle Paris’de (normal olarak) pek sevilmiyor ancak taşrada köylülerden, cahil kırsal nüfustan destek gören, popüler de bir yönetici. Elbette bu “popülaritenin� önemli nedenlerinden biri, kendisini alenen eleştirmeye cüret edenlerin kendini son derece hızlı biçimde zindanlarda buluyor oluşu.
ııış ise, İmparatorluğun sonunun, Fransa-Prusya Savaşı ile birlikte III. Napolyon’un fetih düşlerinin, Alman Savaş Makinesi karşısında yanıp kül oluşunun hikayesi. Aslında bu savaş uzun zamandır beklenen, her iki tarafın yönetici eliti için de çekici bir olasılık. Elbette savaşlara karar verenler ile savaşlarda ölenlerin aynı kişiler olmayışı önemli bir etmen bunda. Fransa İmparatorluğu için Prusya Şansölyesi Otto Von Bismarck’ın varlığı ve tüm Germen topluluklarını bir araya getirme çabası, 1866’dan beri(Prusya yedi hafta savaşında Avusturya’yı yendiğinden beri) büyüyen bir tehdit. Daha önemlisi, Fransa’da işler hiç de iyi gitmiyor. Uygulanan baskı politikası feci biçimde ters tepmek üzere. İmparator, varlığının bir devrim tetikleyeceğinden korktuğu için Paris’e bile gidemiyor. Halkı ortak bir düşmana karşı birleştirecek, kenetleyecek dış tehdit, muazzam bir nimet. Fransa’nın Kıta Avrupası üzerindeki etkisinin azaldığı yönündeki endişeye karşı da savaş, son derece faydalı bir çözüm gibi duruyor. Bismarck’ın tarafından bakıldığında ise Fransa, zaten eninde sonunda savaşa girilmesi gereken bir hedef, hem Kuzey hem de Güney Almanya’da milliyetçiliği ateşleyebilecek, sonunda birleşik bir Almanya yaratabilecek bir fırsat. Fransa’yı izole etmek, Avusturya-Macaristan veya Rusya ile ittifak kurmasını önlemek de uzun vadeli öncelikli hedeflerinden Bismarck’ın ve bunun yolu da eninde sonunda savaştan geçiyor.
Ancak Fransa savaş yorgunu bir ülke, ortada ordunun yeterliliği ile ilgili ciddi sorunlar var ve her ne kadar milliyetçilik insanları ateşlese de savaşın zamanlaması ile ilgili tereddütler söz konusu. Fakat yüksek öz güvene ve düşük öz farkındalığa sahip ahmakların görevde olduğu her kurum gibi Fransız Ordusu’nun komuta kademesi, sağlıklı bir değerlendirme yapabilir durumda değil. Napolyon’un şüpheleri, Generalleri tarafından verilen teminat ve sözlerle, özenle gideriliyor. Bu sırada Wilhelm’in yazdığı bir mektubun tonunu hafifçe değiştiren ve bunu provokasyon için kullanan Bismarck’ın tahrikleri de işe yarıyor ve Fransız İmparatorluğu, 19 Temmuz 1870’de, Otto von Bismarck’ın önderliğindeki hem asker gücü hem de teknik yeterlilik bakımından çok daha güçlü Kuzey Alman Konfederasyonu’na savaş ilan ediyor.
ııış’ta anlatılan olayları 106. alayın askerlerinin gözünden izliyoruz. Zola’nın diğer kitaplarında olduğu gibi burada da zengin bir kadro söz konusu karakterler konusunda. Ana kahramanlarımızın birliğindeki diğer askerler, savaştan etkilenen siviller, aile üyeleri, yaralıları tedavi eden doktor ve revir çalışanları veya savaşın kaosunun dokunduğu diğer kurbanlar zaman zaman sahneyi devralabiliyor. Toplumsal değişimlerin, sınıf mücadelelerinin ilk elden şekillendirdiği ve değiştirdiği, son derece kanlı canlı karakterleri var Zola’nın, ister istemez bağlanmış buluyor insan kendini.
Baş kahramanımız, Zola’nın Toprak kitabında köylü olarak karşımıza çıkan Jean Macquart. Savaşın patlak vermesiyle ülkesi için savaşmaya koşmuş, daha önce savaş görmüş, tecrübeli bir asker. 7. tümende görevli bir onbaşı olarak çıkıyor karşımıza. Kırsal yaşamın zorluklarına, köylülerin yaşadığı ekonomik sıkıntılara tanıklık etmiş, 39 yaşında, dayanıklı, sert ama adil bir karakter Jean.
Jean’in birliğindeki Maurice Levasseur ise genç ve idealist bir burjuva, yirmilerinin sonunda bir avukat. Savaşı, Fransa’nın mutlak biçimde haklı olduğu bir dava olarak görüyor ve haklı olanın her zaman galip olacağına dair çocukça bir inanç taşıyor. Kültürlü, iyi eğitimli ve savaşın başlarında çevresindekilere yukarıdan bakan bir adam Maurice. Başlangıçta Jean’dan feci şekilde rahatsız oluyor, bu “elleri hala gübre kokan köylünün� işine burnunu sokmasından rahatsız oluyor, “komutanı olan kör cahil, kaba saba köylüye karşı içinde bir tiksinti� hissediyor. Kitap boyunca, savaşla birlikte Maurice’in karakterinin de sarsılışını, sorgulanamaz bulduğu ideallerin, sınıflara bakışının, savaşı algılama biçiminin, düşünce ve aidiyetlerinin gün be gün değiştiğini görüyoruz. Jean ile aralarındaki ilişki de değişiyor ve gelişiyor. Önce birbirlerine saygı duymayı, desteklemeyi öğrenen iki adam, savaşın zorluklarıyla, hava koşullarıyla, dağlar ve bayırlar aşan millerce yol ve eninde sonunda vahşice ve dizginsiz bir şiddetle sınandıkça yoğun, bir dostluk ve sevgiyle (hatta belki de tutkuyla) birbirlerine bağlanıyorlar.
Üç bölüme ayrılmış bir yapısı var kitabın. Ren vadisi boyunca yaşanan bitmek bilmez manevraları ve 106. alayın Sedan’a giden yolda yaşadıklarını okuyoruz İlk bölümde. Başta acemi askerlerin kapıldığı savaş coşkusu ve milliyetçi propagandanın yarattığı hava hızlıca dağılıyor. Fransızların beklediği hızlı zaferin gerçekleşemeyeceği anlaşılınca da saflarda korku yayılmaya başlıyor. Ardından düşmanın yakında olduğu, çok büyük bir orduyla üstlerine çökmek üzere olduğu dedikodusu paniğin fitilini ateşliyor. İşgalin, sadece fısıltıyla yayılan haberi, dedikodunun yıkıcı etkisi dudak uçuklatıcı. Bir anda ordunun tamamı korkunç bir kovalamacanın içinde, görünmez düşmandan canhıraş şekilde kaçarken buluyor kendini. Birlik düzenleri dağılıyor, karmakarışık olan alay komuta zincirini yitiriyor, körlemesine bir koşturmanın içinde, hiç ateşlenmemiş silahlar fırlatılıp atılıyor, ağırlık yapan çantalar bırakılarak kaçış devam ediyor. Erzakların olmadığı, yiyecek dağıtılmayan, düzensiz kaçışın sonunda bir molaya kavuştuğunda fark ediyorlar ki aslında onları kovalayan bir ordu yok ama bu korkunç panik içinde çok önemli mevziler düşmana terk edilmiş.
Ardınan trenlere çuval gibi istiflenmiş binlerce Asker önce Paris’e, sonra da Reims’e taşınıyor. Yine geçici olarak yükselen “milli duyarlılıklar,� burada başka kovalamacalar, ileri geri yapılan anlamsız manevralar, Generallerin birbirleriyle çelişen emirleri yüzünden bir kez daha perişanlığa dönüşüyor. Bir hamster tekerleriğinde döner gibi hareket eden ordunun faydasızlığı ve çaresizliği görülmeye değer. Uzaktan çatışma seslerini duyan kolordu, bir türlü düşmana ulaşmayı başaramıyor. Önce bir mevziyi tutmak için millerce yürüyor, yarı yolda aldıkları bir emirle başka bir mevziye doğru geri çekiliyorlar. Gıda dağıtımı kontrolden çıkıyor, yağmur, çamur ve açlıkla iradelerinin son noktasına kadar sınanıyor ve daha düşmanla hiç karşılaşmadan yenilmeyi başarıyorlar.
Muazzam bir ustalıkla yazılmış tüm bu bölümler. Günlerce yürüyen askerlerin yaşadığı yorgunluğu, açlığın vuruculuğunu, zaten savaştan yorgun bir halkın içinde kalan tek kıvılcımı da yitirdiği zaman hissettiği muazzam bunalımı iliklerinize kadar hissettiriyor Zola. Tüm savaş boyunca bir kez bile ateş edememiş, aynı yerlerde dönüp durmaktan sinirleri bozulmuş, sonunda katledilmek -ki kuvvetle muhtemel- olsa bile düşmanla karşılaşmak ve eyleme geçmek için deliren askerlerin psikolojisi muhteşem biçimde yansıyor sayfalardan. Koşullar zorlaştıkça da herkesin karakterinde ne varsa fışkırıyor. Kimisinin ufacık kazanımlar için yapmayacağı şerefsizlik yok, kimisi ise her adımda yoldaşlarını tutup ayağa kaldırmaya çalışıyor. Generallerin tüm bu süreçte yaptıkları hatalar, kendi içlerindeki çatışmalar ve oynadıkları iktidar oyunları ise feci şekilde sinir bozucu. Yaptıkları hataların sonuçlarından en az kendileri etkilenen komuta kademesi, hata yaptıklarını kabul etmemek adına veya eylemlerinin getireceği bürokratik bedeli ödemek iiçin son derece değerli zamanı boşa harcıyor, tekrar alınması için yüzlerce insanın canını feda etmesi gereken mevzileri düşmana bırakıyor, her şeyin biteceği Sedan cehennemini kendi elleriyle hazırlıyorlar.
Bu cehennemin içinde Jean ve Maurice’in ilişkisi, kitabın tamamı boyunca devam eden, dönüşen ve hikayenin üzerinden aktığı bir sahne işlevi gören, sıcak ve etkileyici bir anlatı. Bazen dostluk ve kardeşlik sınırlarını da zorluyor ikili. Fazlaca gaza gelip öpüşüyorlar ama zannedersem “Fransızlık tam da böyle bir şey, dilli milli öpüşmeye bayılırız biz, dostluktan o dostluktan� diyor Zola, biz de çok uzatmıyoruz. Ama Jean’in sırf Maurice’e benziyor diye bacısına yazması da biraz manidar açıkçası... Zola zaman zaman başka karakterlere odaklansa, savaşı iki askerin yakınındaki diğer gözlerden anlatsa da eninden sonunda Maurice ve Jean’a geri dönüyor.
Kitabın sık gördüğümüz karakterlerinden bir diğeri de Maurice’in ikiz kız kardeşi Henriette. Ama Henriette’den bahsetmeden önce Zola’nın kadın karakterleri için bir parantez açmak gerekiyor. Aslında Zola son derece güçlü, özgün kadın karakterler yaratabilen, çağdaşlarına göre kadınların edebiyat eserlerinde temsili konusunda gözle görülür biçimde ileride bir yazar. Ancak kitabın bir savaş anlatısı olması doğal olarak ııış’ın karakterleri üzerinde hayli kısıtlayıcı bir etki yaratıyor. Kadın karakterler olayların odağında olmaktan çok destekleyici rollerde bulunuyor. Henriette ise bilinçli olarak sinik biçimde tasarlanmış, büyürken kendisine pek de adil davranılmamış bir karakter. Maurice ailenin imkanlarından yararlanmış, hukuk eğitimi almış, tüm sosyal ilişkiler ile kapılar önünde açılmış. Henriette ise kül kedisinin makus kaderini tatmış, evinin kapıları ardında kalmış. Ardından dürüst bir çocuk olan Weiss ile evlenmiş. Kocası tarafından saygı görmüş ama çok da sevilmemiş. Kendini çevresindeki erkeklere adayarak var eden de biri Henriette. Kocası, babası, kardeşi, hep etrafında ilgilenilmesi gereken, talepleri ve ihtiyaçları daha önemli ve Henriette’in kendisini adayacağı biri olmuş.
Bu gerçekten insanın kalbini kıran bir döngü açıkçası. Sedan savaşında, Alman askerlerinin elinde kurşuna dizilmek üzere olan kocasının önüne geçebilecek kadar gözü pek, hatta pervasız hale gelebiliyor kadın ama bu sarmaldan asla kurtulamıyor. Sonraki aylarda gizlilik içinde saklandığı bir evde tedavi ettiği Jean ile duygusal bir yakınlık kuruyor ama eninde sonunda kendini bir erkeğin ihtiyaçlarından bağımsız olarak var etmeyi başaramıyor, hak ettiği sona ulaşamıyor, “kurban ve yalnız� rolü üstüne yapışıp kalıyor.
Bu arada, Sedan Savaşı’nı anlatan ikinci bölüm, ilkine göre çok daha sert ve irkiltici. Upuzun bir gerginliğin ardından yaşanan korkunç patlama. 180 sayfa boyunca sürünen, oradan oraya sürüklenen, moralleri bozulan, umutlarını yitiren askerlerin bir anda kendilerini cehennemin ortasında buluyor. Fransızlar kendilerinden çok daha kalabalık, topları çok daha güçlü bir düşman tarafından çevrelenmiş ve üstlerine düşen havan mermileriyle parçalanıyor, süverilerce biçiliyor, iç organları demir bilyelerle bedenlerindne koparılıyor. Bitkin bir çaresizliğin yarattığı gerilim, bir anda parçalanan bedenlerin, kopan uzuvların, şehrin dar yollarını kaplayan kan göllerinin eşlik ettiği muazzam bir teröre dönüşüyor. Sedan muharebesi benim bir kitapta okuduğum en vahşi, en gerçek, en doğal savaş anlatılarından biri. Savaşın hem 106. alayın askerlerine, hem de Sedan’ın sivil halkına etkilerini görüyoruz.
Zola’nın emekle oluşturduğu karakterleri hikayesi için kurban edişini izlemek başlı başına üzücü bir durum. Kiminin kemikleri Bavyera topçu ateşi altından etlerinden ayrılıyor, kimi kendini bir revirin giderek Dante’nin cehennemine dönüşen, kesilmiş uzuv dağlarıyla gölgelenen lanetli gerçekliğinde buluyor, kimi delik deşik olmuş biçimde Sedan sokaklarından akan kan nehirlerini besliyor. Atını çok seven süvari Prosper’ın hücumu ve cesur at Zephyr’i okumak ise gerçekten güç ve dokunuyor insana. Topçu Honore’nin ateş altında yinelenen mekanik cesareti, heyecanlı yüzbaşının ani katli, topçu ateşi altında aldırışsız gezinen, kendi hayatına dair tüm beklentileri tamamen hayatından silmiş Albay gibi çok sayıda, kendi başına etkileyici öykülerle dolu Sedan. Birleştiklerinde yarattıkları sahne ise muazzam. Yıkıntıların arasında, kafatası topçu ateşiyle parçalanmış annesine ısrarla seslenen, “anne susadım!� çığlıkları atan küçük çocuk ise akıllara kazınacak bir an. Ancak asıl şok insana, tüm bu küçük öykülerin sadece bir kurgu unsuru olmadıklarını anladığında, anlatılanların Zola’nın gazetecilikle hikayeleştirdiği olaylar, görgü tanıklarının ifadeleri olduğunu idrak ettiğinde vuruyor. Tüm bunların yaşanmış ve okuduğumuzun tarihe edilen bir tanıklık oluşu hazmetmesi güç bir lokma.
Savaşın muazzam vahşeti dışında yarattığı askerlerin dayanmak zorunda kaldığı açlık da korkunç bir doğallıkla karşımıza çıkıyor bu bölümde. Günler boyunca aç kalmış bir ordunun biraz yiyecek bulma umuduyla karşılarına çıkan köye dalmaları dehşet verici. Yenilebilir herhangi bir şey bulmak her yönden akan, her taşın altına bakan, her bodrumu, kapı arkasını, kileri, odayı kemikleşmiş elleriyle arayan insan seli, ancak modern zombi filmlerinde görebileceğimiz bir sahne yaratıyor.
İmparator Napolyon’un kitaptaki varlığı ise müthiş bir öfke jeneratörü. Zaten zoraki bir tahammüle maruz kalan meczup İmparator, kıtlık ve savaş koşullarında olanca şatafatıyla dolaşıyor, yanında adeta mobil bir saray taşıyor. Özel muhafızlar, emir subayları, emir subaylarının emir erleri, gümüş yemek takımları, İmparator sofrasının özel malzemeleri, kasalar dolusu şarap ve şampanya, aşçılar, arabacılar ve hepsinin yüklendiği saltanat konvoyu ve çevrelerinden akıp giden dünya, akıl dondurucu tezatlıklıkta. Pahalı giysileri ve sırtındaki imparator kaftanı ile kötü bir şakadan ibaret imparatora en ufak bir sempati duymak için gerçekten satılmış bir yalaka olmak gerekiyor.
Ardında binlerce ceset bırakarak sona eren savaşın (140.000 Fransız ve 30.000 Alman) devamında yaşananlar da son derece dramatik. Sedan savaşının sonunda ağır koşullarla teslim oluyor İkinci İmparatorluğun ordusu ve binlerce asker silahlarını teslim ettikten sonra savaş esirleri Almanya’daki kaderlerine gönderilmek üzere derme çatma bir kampa tıkılıp beklemeye başlıyor. Beş yüz bine yakın savaş esirinin kıtlık, hastalıklar, korkunç yaralar ve ezilmiş ulusal gururları ile mücadelesini Maurice’in perspektifinden izliyoruz ve Paris Komünü’nü yaratacak olan psikolojik koşullar daha da anlam kazanıyor aslında. Ölen insan ve atların cesetleri ile açlıktan ölmek üzere olan insanlar yan yana getirmesi tehlikeli bir kombinasyon ve tüm nüfusu kırabilecek bir veba salgını son derece korkutucu bir tehlike.
Yaralı olan Jean ise, Alman İşgali altında gizlendiği bir evde, Henriette‘in ellerinden şifa bulmaya çalışıyor. İşgal günlerinde farklı sınıftan insanların gösterdiği farklı tepkiler, gerilla mücadelesine başlamış olan başıbozuklar, karakterlerine göre çeşitli yönlere savrulan askerlerin hikayeleri ilgi çekici. Ama beni en çok etkileyen savaş alanında kalmış olan sahipsiz atlar. Açlığın, tüm yöreye çökmüş muazzam ceset kokusunun ve süvari koşullandırmalarının etkisiyle bir araya gelmiş at, saf terör içinde, vahşi, dizginlenemeyen bir sürü oluşturmuş durumda. Önlerine ne çıkarsa ezip, parçalayarak geçen sonsuz bir koşuda sıkışmışlar, ağzınlarından köpükler saçarak, durdurulamayan hareketlerini sürdürüyorlar. Ta ki çatlayarak ölecek ve savaş alanını daha da boğucu, daha da dayanılmaz hale getiren bir başka çürümüş cesede dönüşene dek.
Kitabın son bölümünde ise Paris’e geri dönüyoruz. Yenilgiyi kabullenen yönetici sınıfa rağmen Paris boyun eğmek istemiyor...
Bu bölümün devamı için; (bkz:Üçüncü Bölüm, Paris ve Komün)
...
Romanın sonunda üç kahraman, Jean, Maurice ve Henriette, beklenmedik koşullar altında, değişmiş ve hayat tarafından beklenmedik yönlere savrulmuş halde, alevlerle yıkanan Paris’in tam ortasında buluşuyor, insanlığın umutlarının külünü birlikte soluyorlar.
Her yönüyle büyük, etkileyici, heyecanlı, üzücü, karanlık, zor ama muhteşem bir kitap ııış. En başta söylediğim üzere, Zola ne yazsa okuyacağım bir yazar. Ama bu sefer beni derinden etkiledi. Bu kitapla birlikte Rougon-Macquart’� en baştan, yazıldığı sırayla okumaya karar verdim. Tüm serinin birlikte oluşturduğu aileyi ve hikayenin bütün halini de artık görmek istiyorum. Ancak bu da ııış’� hemen şimdi okumamak için, geciktirmek için bir neden olmamalı bence. İstisnasız herkese, her koşulda öneriyor, milliyetçi eğilimler gösteren, savaşı kutsayan ve savaşın kendisinden onur devşiren insanlara ise özellikle okutulması gerektiğine inanıyorum.
Sign into ŷ to see if any of your friends have read
ııış.
Sign In »
Reading Progress
October 12, 2023
–
Started Reading
October 12, 2023
– Shelved
October 15, 2023
–
11.36%
"Bir dedikodu ile darmadağın olan ordu, işgalin fısıltısı ile yaşanan büyük panik, cahil oğlanları davar gibi güden komutanlar maharetle anlatılıyor. Akıp giden bir anlatısı var, baya seviyorum Zola okumayı. Trenlere doldurulan askerlerin götürüldüğü yeri biliyor olmak ise kalbimi kırıyor..."
page
60
October 16, 2023
–
21.59%
"Total War oynadığım bir sonraki sefer, birlikleri haritanın o ucundan bu ucuna defaatle yürütürken bu kitabı hatırlayacağım..."
page
114
October 17, 2023
–
28.6%
"...arkadaşının şahsında, kendisinde pek gelişmemiş olan bir inceliği, bir zekâyı koruduğu için sevinçliydi. Karısını korkunç bir dram sonucunda aniden kaybettikten sonra kalbinin kuruduğunu düşünmüş, insana kötülük etmediklerinde bile acı çektiren kadın milletine bir daha gözünün ucuyla bile bakmayacağına yeminler etmişti.
Jean'e bak, "canım erkek çekti," demiyor da..."
page
151
Jean'e bak, "canım erkek çekti," demiyor da..."
October 19, 2023
–
47.92%
"Laurent dizlerinin üstüne çökmüş, tüfeğinin namlusunu pusuya yatar gibi mazgal deliğinin daracık yarığına dayamıştı; ancak vuracağından emin olduğunda ateş ediyor, hatta sonucu da önceden söylüyordu.
"Şu mavili, yerden bitme subay, tam kalbinden... İlerideki iriyarı suratsız, iki kaşının arasından... Şu kızıl sakallı şişko sinirime dokundu, göbeğinden..."
Bahçıvan sniper çıktı..."
page
253
"Şu mavili, yerden bitme subay, tam kalbinden... İlerideki iriyarı suratsız, iki kaşının arasından... Şu kızıl sakallı şişko sinirime dokundu, göbeğinden..."
Bahçıvan sniper çıktı..."
October 22, 2023
–
81.06%
"Kimseye arkadaşlıktan öte bir şeyler duyabileceğine inanmıyordu artık; Henriette'i de yalnızca öyle, Maurice'in kardeşi olduğu için seviyordu. Bu gizli kapaklı evlilik düşü Jean için bir tür avuntu, insanın gerçekleşmeyeceğini bildiği ama kederli saatlerinde gönlünü eğlediği bir hayal olup çıkmıştı.
"Maurice'in fotokopisidir ya bu da sonuçta" diye ikna olacaksın gibi duruyor sonunda ama hadi bakalım."
page
428
"Maurice'in fotokopisidir ya bu da sonuçta" diye ikna olacaksın gibi duruyor sonunda ama hadi bakalım."
October 24, 2023
–
100.0%
"Yine öfke dolu, kanla kesilmiş bir haykırış olarak kaldı boğazımda.
Komün insanlığın en aydınlık anı, Fransa'nın en parlak umuduydu. Komünü yıkan barbarlar cehennemin alevlerini hak ediyorlardı.
Dünyayı cennete çeviremiyorsak eğer, barbarlığı tercih ediyorsa bu aşağılık köpekler, alev ve küle boğmalıyız hepsini."
page
528
Komün insanlığın en aydınlık anı, Fransa'nın en parlak umuduydu. Komünü yıkan barbarlar cehennemin alevlerini hak ediyorlardı.
Dünyayı cennete çeviremiyorsak eğer, barbarlığı tercih ediyorsa bu aşağılık köpekler, alev ve küle boğmalıyız hepsini."
November, 2023
–
Finished Reading
November 19, 2023
– Shelved as:
rougon-macquart
November 19, 2023
– Shelved as:
my-reviews
November 19, 2023
– Shelved as:
masterpiece
December 17, 2023
– Shelved as:
paris-komunu
December 22, 2023
– Shelved as:
19th-century
Comments Showing 1-7 of 7 (7 new)
date
newest »



Ben Germinal'i çocukken, örgütlü mücadele içindeyken okumuş, beslediği sınıf kinine hayran kalmıştım ama muhtemelen o zaman içerdiği edebi saflığı çok da değerlendirebilecek durumda değildim. O yüzden güzel olsa daha sıradan bir kitap okuyacağımı sanarak başladım ııış'a. Hikayenin akıcılığı, anlatının saflığı ve doğallığı, en sıradan karakterin dahi tetiklediği empati, beklentilerimin çok üstündeydi. Dün gece Rougonların Yükselişi'ne başladım biraz, yine aynı akıcılığı görmek muazzam. muhtemelen gelecek 6 7 ay boyunca Zola hayatımda oalcak gibi duruyor.


Bu yeğen napolyon, Dr Evil'in sidekick'i mini-me gibi bir şey. Hele bu kitaptaki hali iyice sefil, bitik. Ama tüm bu olaylar yaşanırken savaşın, adaletsizliğin, sömürü ve baskının içinden yavaş yavaş yükselen sınıf kini ve sonunda patlayan isyan çok etkileyici. Komün benim hassas kalbim biraz.


"Justin Bieber'ı rahat bırakın deyip ağlayan kız" gibi ağlamalı video atacağım bunun üzerine dshjsh. Şu an Rougon’ların Yükselişi'nin yarısına geldim, kitap tam olarak beklediğim gibi çıkmadı. Germinal ve ııış'ın yanında çok daha sönük kalıyor. Yine de seriye devam etmeye çok kararlıyım. Yazım biçimini hala etkileyici buluyorum. Üstüne (veya yanında) bir de Marx - Fransız Üçlemesi başlamayı düşünüyorum aslında.
Zola bu seriyi yazmaya 1871’de, İmparatorluğun çöküşün hemen sonra başlamış. ııış’ın yazılması/yayınlanması ise 1892’yi bulmuş. Aradan hayli zaman geçmiş, Paris’i teslim alan yangın çoktan közlenmiş bu kitap yayınlandığında. Ama ııış’ın bir komün övgüsü olmadığını söylemekte de fayda var. Zola komünü ilk elden gözlemiş, muhtemelen buraya aktardığından çok daha fazlasına hakim bir araştırmacı. Bu kitap da yazarın gazetecilik dürtüleriyle şekillendirilmiş, objektif gözlemlerin, natüralist bir dille hikayeleştirildiği bir eser. Haliyle kitap boyunca, Zola’nın komüne dair kişisel fikir ve yaklaşımlarını kestirmek pek kolay değil.Buna rağmen benim için insanlık tarihinin en parlak kıvılcımı Komün. Ve uğradığı korkunç ihaneti tanımlamaya benim küfür dağarcığım yeterli değil. Halkın en saf duygularının yarattığı kolektivizmdem doğmuş, belki çok daha aydınlık bir dünyaya giden kavşakken olabilecekken insanlığın ellerinden koparılarak alınmış, barbarlığın kalbindeki bir umuttu Komün. Haliyle aynı objektiflikle değerlendirmem de, İşbirlikçi hükümetin vahşice eylemlerine öfkelenmeden, kayıtsız kalarak okumam da pek olasılık dahilinde değildi, mümkün de olmadı. Ancak Zola’nın komün içerisinde gelişen yozlaşmaları, sinsice yayılan çatlakları da sayfalara taşıdığını, gerçekçi bir komün portresi çizdiğini kabul etmek zorundayım.
Özgür Paris’in sayılı günlerini ve komünarların kahramanca direnişini Maurice’in gözlerinden izliyoruz. Lyon, Marsilya, Toulouse’daki komünlerin hızla baskılanmasıyla Paris Komünü, Versailles’ın hain köpeklerine karşı yalnız kalıyor ve yenilmiş, işbirlikçi, yozlaşmış, kendi halkına düşmanlaşmış insanların tüm vahşetiyle yüz yüze kalıyor. “Kanlı hafta� anlatısı ise yürek buran cinsten. Düzenli birliklere karşı barikatlar kurarak kendilerini savunmaya çalışan halkı okumak, yirmi bin komünarı vahşice katleden bu yaratıkların eylemlerine karşı, üzerinden 150 yıl geçmiş de olsa aynı öfkeyle kanımın damarlarımda köpürmesine neden oluyor. Ve neden Paris’in yanması gerektiğini, neden bu dünyada cenneti kuramayacaksak eğer, cehennemi düşmana yaşatmak gerektiğin çok iyi anlıyorum. Tuileries Sarayı’nın, Hotel de Ville’i yutan alevlerde bir parça olsun huzur bulabiliyorum.
not: Bu bölüm ŷ’in karakter limiti yüzünden ek olarak düzenlenmiştir
۳ܰ첹ı